Blogumdaki yazıya yorum yapılmıştır. Hoş geldiniz, yorum yapmaktan çekinmeyiniz.

Köşe Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Köşe Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ALİ ŞÜKRÜ OLAYI

18 Nisan 2013 Perşembe tarihinde yazılmıştır.

Ali Şükrü


Birinci Mecliste Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oluşturduğu 1. Grup ile Mustafa Kemal’e çeşitli nedenlerle muhalefet edenlerden oluşan 2. Grup sürekli çatışma içindedir. 2. Grubun liderlerinden biri de Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’dir. Dini konulardaki hassasiyetleri ile dikkati çeken Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in Hakimiyeti Milliye gazetesine karşılık Tan gazetesini çıkarmakla yetinmez bir de Hilafet yanlısı broşür bastırır. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’nün hariciyeci olmamasını eleştiren Ali Şükrü, bu dönemde meclis çalışmalarını engelleyerek Mustafa Kemal’in tepesini iyice attırmıştır. Hatta Mustafa Kemal’le birbirlerinin üzerine yürümüşlerdir. Bu günlerde Ali Şükrü Bey birden ortadan kaybolur. Kayboluşunun üçüncü günü kardeşi bakanlar kuruluna başvurur, bir çobanın ihbarıyla boğulduğu anlaşılan ölüsü Ankara civarındaki Mühye köyü civarında bulunur. Kurulan bir komisyon bazı somut delillerden (örneğin Ali Şükrü Bey’in sıkılmış yumruğunun arasında bulunan hasır parçasının Topal Osman’ın evindeki sandalyeden kopmuş olduğu tespit edilmiştir) hareket ederek Topal Osman’ın suçlu olduğuna karar verir. Anlaşıldığı kadarıyla, Topal Osman, Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’i sürekli üzmesine tahammül edememiş, (yani durumdan vazife çıkarmış) ve Ali Şükrü Bey’i, Mustafa Kemal tarafından kendisine bağışlanan Papazın Bağı denen yerdeki evine davet ederek öldürmüştür.

Olayın ortaya çıkması üzerine Topal Osman’ın nasıl teslim alınması gerektiğine dair harekat planını bizzat Mustafa Kemal hazırlar ardından eşi Latife Hanımla birlikte Çankaya Köşkü’nden ayrılıp, İstasyon civarındaki eve çekilir. Alınan tedbir yerindedir, çünkü Topal Osman Ağa teslim olmayı kabul etmediği gibi Çankaya Köşkü’ne gidip öfke ile her yeri kırıp döker. (Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, C.4) Fakat 1 Nisan’ı (1923) 2 Nisan’a bağlayan gece sabaha kadar süren çatışmada yaralı olarak ele geçirilecek, hastaneye götürülürken yolda ölecektir. Nedense başı kesilerek alelacele gömülmüştür. Ancak Meclis daha önce Ali Şükrü Bey’in katillerinin yakalanarak Ulus Meydanı’nda idam edilmesi kararını oybirliği ile aldığı için, başsız ceset mezardan çıkarılır, Ulus Meydanı’nda ayağından darağacına asılır. Olayın arkasında kim vardır sorusu o günlerde herkesi meşgul etmiştir. Mustafa Kemal’in neden İstasyon’daki eve geçtiği, Topal Osman’ın neden Çankaya Köşkü’nü talan ettiği, yaralı halde yakalandığı halde neden kafasının hemen kesilip gömüldüğü gibi konular şüphe çekmiştir. İlginçtir, hemen her konuda bir şeyler söyleyen Mustafa Kemal, bu konuda suskunluğunu korumuştur. Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in Topal Osman’ın ‘tepelenmesi’ sırasında sessiz kalışını biraz imalı biçimde anlatır. (Siyasi Hatıralar) O dönemde TBMM zabıt katibi olan Mahir İz Yılların İzi adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabında Mahmut Goloğlu’da benzer bir kanıda olup, Mustafa Kemal’e ömrü boyunca sadık kalmış olan Falih Rıfkı Çankaya kitabında, “Topal Osman da en sonunda nizamlı ordunun kıta Kumanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur” der.

Ayşe Hür, RADİKAL (31.01.2006)

İzmir suikastinin sözde elebaşısı Kara Kemal Bey

tarihinde yazılmıştır.

İttihatçıların Küçük Efendisi (Büyük Efendi Talat Paşa’dır) Kara Kemal Bey, İstiklal Mahkemesi savcısı Necip Ali tarafından Atatürk’e yönelik İzmir suikastı girişiminin bir numarası olarak belirtilmişti, üç beş saat içinde yazılan ya da yazdırılan iddianamede. “Aslında Kara Kemal’in suikastten haberi bile yoktur, suikast girişiminin olacağı gün öğrenir” ama kendisinin mutlaka suçlanacağını kestirebildiğinden evini terk edip kaçmaya başladığını anlatır Kemal Tahir, “Kurt Kanunu” adlı kitabında. Kara Kemal, Ocak 1923’te, yani İzmir suikastı girişiminden üç yıl önce Gazi’yle İzmit’te buluşur. Buluşma isteği kendisinden gelir. Ve Gazi’ye artık siyasetle hiçbir biçimde ilgilenmeyeceğini söyler. Gazi, İttihatçıları son bir kez toplayıp, hepsinin Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında toplanmaya ikna etmesini söyler Küçük Efendi’ye. Ve 12-13 Nisan 1923’te son İttihat ve Terakki Kongresi İstanbul’da toplanır, Temmuz 1923’te yapılacak seçimlere katılmama, Mustafa Kemal’in adaylarını destekleme kararı aldırtır Kara Kemal. Sonradan, Gazi’nin onayı ve de arkadaşlarının ısrarları sonucu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı destekler bir dönem. Ama siyasetten elini eteğini çekme konusunda kararlıdır.

Kara Kemal’in “asıl suçu” İzmir suikastıyla ilgili değildir elbet. Suçu, Tanzimat’ın en büyük eksiğinin ekonomiden anlamayan kişilerce yönetilen bir süreç olduğunu anlaması Cumhuriyet’in de aynı tuzağa düşmek üzere olduğunu kavramasıdır. Bunun üzerine Türk ve Müslüman bir orta sınıf kurmak bir tür Anadolu Kaplanları yaratmak için kolları sıvar; sigorta şirketi kurmak, balık halini örgütlemek, banka hatta bankalar kurmak için çalışır. İttihatçıların içinde ekonomiden tek anlayan Cavit Bey’in bütün ülkeyi gezerek Müslümanlara nasıl ekonomi ve maliye dersleri verdiğini bilir. Cavit Bey’le sık sık görüşür; ortak konuları İstiklal Mahkemesinin öne sürdüğü gibi Gazi’ye suikast değil azınlıkların egemenliğindeki ekonomide Türk ve Müslüman bir seçenek oluşturmaktır. Ancak hükümet burjuva sınıfının dizginlerini kendi elinde toplamak ve tutmak istemektedir.

Kara Kemal Bey amacına, Cavit Bey gibi, ulaşamaz, yakalanacağını anlar ve İstiklal Mahkemesinde maskara olmaktansa şakağına bir kurşun sıkmayı yeğler. Cavit Bey de akıllara ziyan bir haksızlık sonucu 26 Ağustos 1926’de idam edilir. Böylece Anadolu Kapanları’nın ortaya çıkması atmış küsur yıl ertelenir! İstiklal Mahkemelerinin adaleti böyle “tecelli eder” işte!

Aziz ÜSTEL – STAR (15 Ara 2011)

Türk müziğinin yasaklanması

tarihinde yazılmıştır.



Yıl 1934′tür. 1 Kasım günü o zamanki hitapla Reisicumhur Gazi hazretleri Meclis’i açış konuşmasında müziğe değinir ve “Arkadaşlar” der, “Bugün dinlediğimiz musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz”.
Bu, bir işarettir. Çünkü Gazi Paşa kıyafetten sözettiğinde giysilerimiz, yazıdan bahsettiğinde harflerimiz değişmiştir. Sıra, müziktedir. Maarif Vekaleti acilen bir kongre toplar. Dönemin ünlü müzisyenlerini biraraya getirir. Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey’in de aralarında bulunduğu toplam 8 besteci Ankara’da buluşurlar.

Toplantının açılışında Milli Eğitim Bakam Abidin Özmen kısa bir konuşma yapar ve topu salondaki müzisyenlere atar:

“Hadi bakalım. Nasıl yapacağız bu musiki inkılâbını?”

Salondakiler şaşırıp kalırlar. Sonra tam 4 saat süren bir müzik tartışması başlar. Bu arada Milli Eğitim Bakanı sık sık telefona çağrılmaktadır. Son telefondan sonra dayanamayıp durumu açıklar:

“Mustafa Kemal Paşa Çankaya’dan birkaç seferdir telefon ettiriyor. ‘Musiki inkılâbı ne yoldadır’ diye soruyor”.

Müzisyenler paniklerler. Ellerini çabuk tutmaları lazımdır. İnkılabı o gün, orada kendilerinin yapacağını anlarlar. Sonunda içlerinden birisi “Memlekette tek sesli şarkı söylemeyi yasaklayalım” der.

İlk itiraz eden Cemal Reşit Rey olur:

“Olur mu böyle şey! Diyelim bir çoban davarlarını otlatırken şarkı söyleyecek olsa ille köye gidip, ikinci bir çoban bulup, ‘Gel birader şu ikinci sesi uydur’ mu diyecektir?”

Ama bu itirazı kimse dinlemez. Sonunda İçişleri Bakanlığı bir emirle radyoda Türk müziği yayınlanmasını yasaklar.

Tabii 4 saatte yapılan bu devrim geri teper. Halk Hint ve Arap radyolarına hücum eder ve yasak 8 ay sonra ister istemez kaldırılır. Devrimin acelesi vardır ama kültür aceleye gelmez.

Cemal Reşit Rey, yıllar sonra halkın bu sessiz direnişine saygı duyduğunu açıklayacak ve “Şüphe yok ki günü geldiğinde çok sesli müzik memleketimizde kök salacaktır” diyecektir.

Can Dündar

Milli Projeyi Sunacağı Gün Ölmüş Aselsan

16 Nisan 2013 Salı tarihinde yazılmıştır.




ASELSAN’daki 3 mühendisin intiharının ardındaki sır perdesi aralanamadı.

Milli tank, Kanas silahı ve F-16 uçakları üzerinde çalışan mühendis Başbilen’in 57 saat boyunca kritik bir projeyi hazırlamak için çalıştığı ortaya çıktı

ASELSAN’da görev yapan 3 mühendisin intiharlarıyla ilgili tartışma sürüyor. F-16 uçakları ve Altay Tankı gibi kritik projeler üzerinde çalışan 3 mühendisin ölümüyle ilgili soruşturmada çarpıcı detaylar ortaya çıktı. Mühendis Hüseyin Başbilen’in 57 saat üzerinde çalıştığı projeyi sunacağı gün hayatını kaybettiği belirlendi. Baba Başbilen oğlunun ölümüyle ilgili yürütülen soruşturmada verdiği ifadede “Oğlum ASELSAN’da yapacağı sunum için 57 saat hazırlık yaptı” dedi.

KARARGAH’A DA SORDU

Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Murat Demir, bu gelişme üzerine ASELSAN’dan sonra Genelkurmay’a da ölen mühendislerin üzerinde çalıştığı projelerle ilgili sorular yöneltti. Demir, ASELSAN’dan bağımsız olarak ölen 3 mühendisin Karargahla bağlantılı özel projeler üzerinde çalışıp çalışmadığının ve Başbilen’in üzerinde çalıştığı projenin öneminin bildirilmesini istedi.

ÖNCE SPEKÜLASYON DEMİŞTİ

Mühendislerin önemli çalışmalar yaptıkları yönündeki haberleri ‘spekülasyon’ olarak niteleyen ASELSAN, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’na aylar sonra Başbilen’in Milli Tank Projesi’nde görev aldığını açıklamıştı. Başbilen’in tank ve kanas silahlarında gece görüş sistemini sağlayan uzak mesafede etkili olacak sistem üzerinde çalıştığı da bildirildi.
ESRARENGİZ ÖLÜMLER

Hüseyin Başbilen, 7 Ağustos 2006′da boğazı ve bileği kesilmiş olarak aracının içinde bulundu. Ardından 17 Ocak 2007′de Halim Ünal kafasına isabet eden tek kurşunla öldü. Dokuz gün sonra da Evrim Yançeken oturduğu binanın 6′ncı katından düşerek can verdi. ODTÜ mezunu üç genç mühendisin ölüm nedenleri kayıtlara intihar olarak geçti. Üç mühendisin ortak özeliği ise uçakları saldırıdan koruyan dost-düşman tanıma sistemi uzmanı olmaları.

ADLİ TIP’A: NET CEVAP VERİN

ASELSAN mühendisleri Hüseyin Başbilen, Halim Ünsal ve Evrim Yançeken’in ölümleri ile ilgili soruşturmayı yürüten savcı Murat Demir, Adli Tıp Kurumu’na ikinci kez yazı yazarak şüphelerin ortadan kaldırılmasını istemişti. Daha önce mühendislerden Başbilen hakkında Adli Tıp Daire Başkanlığı’nın 10 üyesinden 7′sinin intihar, 3′ününse cinayet dediğini hatırlatan Demir, Başbilen’in boğazındaki 20 cm’lik kesiğin 2-3 cm olarak gösterildiği uyarısında bulunarak “Ölüm nedeni hakkında net cevap verin” demişti.

HABER: Gökhan ÖZDAĞ / BUGÜN GAZETESİ

Atıf Hoca’yı astıktan sonra şapka giydirdiler

tarihinde yazılmıştır.

4 Şubat 1926 Perşembe sabahı. Görevli ‘Muhammed Atıf’ diye bağırdı. Hoca ağır adımlarla, dualar mırıldanarak sehpaya yürüdü. Kılıç Ali’nin öfkesi ise bitmemişti.
2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali(Küçüka) bey tarafından okunan iddianamede tek idam isteği, Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi ise, 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı.Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu (ertelendi).

‘Sarıklılar gelsin’ diye anons edildi

Ertesi sabahın (3 Şubat 1926) ilk ışıklarıyla mazlumlar topluca İstiklâl Mahkemesi’ne götürüldüler. Jandarma topluluktan öncelikle Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve Atıf Efendileri mahkemeye aldı. Jandarma ikinci defa kapıyı açtığında “sarıklılar gelsin” dedi. Ali Haydar Efendi başta olmak üzere eski tabirle ilmiyeden ne kadar zevat varsa içeriye girdiler. 10 dakika sonra sarıklılar geri döndü fakat dönemeyen iki kişi vardı: Atıf Hoca ve Ali Rıza Efendi. Ardından da karar açıklandı: “(…) Frenk Mukallitliği ve Şapka adındaki kitabı yazdığı ve muhtelif bölgelere göndererek halkı isyana teşvik ettiğinden dolayı 7/12/1341(M.1925)tevkif edilen Fatih Dersiamlarından Hoca Atıf (..) ve diğer arkadaşları haklarında yapılan muhakemeleri neticesinde: İskilipli Atıf ve Babaeski eski Müftüsü Ali Rıza Efendilerin salben(asılarak) idamlarına… karar verildi.” Kararın açıklandığı an, Hoca’nın ağzından çıkanları, o günün tanıklarından Tahiru’l-Mevlevi aktarıyor: “Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.” Posta müvezzii İskilipli Atıf Hoca’nın evine hapishane müdürünün ağzıyla yazılan şöyle bir telgraf teslim ediyordu: “Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir.”

‘Hasır şapkalı zat bağırıyordu’

Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir tanıklığını şöyle anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.” Ve

4 Şubat 1926 Perşembe… Sabahın ilk saatleri… Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı… Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi, kelime-i şehadetle, bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair” (bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. O gece, rüyasına girdiği hanımına “Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu…

Hukuk katliamı yapıldı
Hiç şüphesiz Atıf Hocanın yargılama süreci skandallar zinciriyle doluydu.İlk skandal, İskilipli Atıf Hoca’nın Şapka Kanunu’nun çıkmasından 1,5 yıl kadar önce bastırdığı kitapçıktan yargılanıp idama mahkûm edilmiş olmasıydı. İkinci skandal ise bir gün önce Savcı Necip Ali’nin 3-15 yıl ağır hapis cezası istediği İskilipli Atıf Hoca’yı, mahkeme başkanının, son anda idama mahkûm etmiş olmasıydı. Böylece hem bir kanunun geçmişe doğru işletilmesi gibi temel bir hukuk kuralının ihlali, hem de savcının talebinden derece değil, mahiyet itibarıyla “farklı” bir ceza verierek hukuk da katledilmişti.

Rüyada davet alınca müdafasını yırtarak çöpe attı

Necip Fazıl Kısakürek “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinde özetle şunları yazmıştı: Mahkeme Reisi maznunlara hitap etti: Yarın müdafalarınızı hazırlayınız! Maznunlar, mıhlı hapishaneyi boyladılar. Yatsı namazından sonra Atıf Hoca yatağına oturdu ve müdafaasını yazmaya başladı. Bir aralık, günlerdir uykusuz, sabahlara kadar namaz ve niyazla vakit geçiren Atıf Hoca hafifçe daldı. Giyimli olduğu halde, başı taş duvarda, ellerinde yarım kalmış müdafaası, gözleri yumulu, kendinden geçti. Arkadaşı Tahir-ül-Mevlevî bu manzaraya bakarak mırıldandı: Zavallı âlim ve fazıl, büyük bir adam! Bu muydu ilim ve faziletinin mükâfatı? Atıf Hoca’nın uykusu uzun sürmüyor.. Yüzünde derin ve ince bir tebessüm.. Ne o hocam çabuk uyanıverdin? Atıf Hoca sakin: Uykudan murad hasıl oldu! Yani?… Yani beklediğim rüyayı gördüm.

Atıf hoca doğrulmuş ve müdafasını karaladığı kağıtları elinde büzmüştür: Kainatın fahrini gördüm. Bana ‘yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğruşayorsun’ dedi. Ne diyorsun? Beni idam edecekler Allah’ın sevgilisine kavuşacağım.. Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok.”

Kılıç Ali’nin öfkesi asmakla dinmedi

SON anlarında kurbanının yanında bulunmayı adet edinmiş bulunan İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali’nin ilk işi, Atıf Hoca’nın idamının hemen ardından sarığını çıkarttırmak olmuştu. Bununla da yetinmeyen Klıç Ali, son nefesini veren İslam alimine darağacındayken elindeki şapkayı giydirmişti. Hafız Cevdet Soydanses ve Dr. Rıza Nur bu durumu şöyle anlatıyor: “İskilipli Hocanın asılmasında tam boynuna ilmek geçirilirken, Kılıç Ali de sarığı alıp başına bir şapka geçirmiş. …Ve küfürler etmiş. Zavallı bu şekilde saatlerce teşhir edilmiş.”

Ailesinin yaşadığı büyük dram

Atıf Hoca’nın yeğeni Bahaddin İmal,“Hoca’nın eşi Zahide hanımla, kızı Melahat, idamından sonra İstanbul’dan İskilip’e geldiler. Zahide hanım köyde hanımlara Kur’an okuttu. Kızı Melahat, babasının evden götürülmesi ile akli dengesinde gelgitler yaşamış. ‘Bu halim doğuştan değil. Babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri büyük bir korku meydana getirdi. Bu hâl yaşadıklarımın eseri’ demiş” diye anlatıyor.

Gördüğüm manzara beni mıhladı’

ATIF Hoca’yı idam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir. Tahir bey, sabah namazı sonrası eski Meclis binasının önüne gelince, gördüğü manzarayı şöyle anlatır: “Birdenbire gözüme ilişen manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da iki vücut çekilmişti (Atıf Hoca ve Ali Rıza efendi).Elimde olmadan gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:’Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat / Le-hakkun ente ikdü’l mucizat’ (Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.”

Atıf Hoca Kimdir?

1876’da İskilip’in Tophane köyünde doğan Muhammed Atıf, Rüştiye’yi İskilip’te bitirdi. 17 yaşında geldiği İstanbul’da son Osmanlı Âlimlerinin rahle-i tedrisinden geçti. Kabataş Lisesi Lisan Öğretmenliği’ne atandı. Medaris Müfettişliği’ne, bugünün tabiriyle YÖK Başkanlığı’na getirildi. Alemdar, Mahfil ve Sebilürreşad dergilerinde yazmayı sürdürdü. Milli Mücadelede, İzmir’in işgaline karşı protestoya imza attı. ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’yla birlikte 9 eseri bulunan Atıf Hoca 4 Şubat 1926’da idam edildi. Mezarı 2008’de bulunabildi..

Muharrem Coşkun, STAR (6 Aralık 2011)

MASON İHTİLALCİLER Çırağan Sarayı’nı bastı

tarihinde yazılmıştır.




300 yıl kadar önce Türkiye’ye giren Masonluk, Genç Osmanlılar ve İttihat-Terakki Cemiyeti gibi muhalif akımları destekledi. Mason ihtilalciler Çırağan Sarayı’nı bile bastılar.

Üstad-ı Azam Kaya Paşakay’ın Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Cemiyeti’nden ihraç edilmesiyle ilgili gerekçeler arasında “aramızda eşi başörtülü mason yoktur” şeklinde yaptığı bir konuşmanın da olduğu iddia ediliyor. Paşakay ise, bu iddiayı reddediyor. Masonlara göre Loca toplantılarında din ve siyaset tartışması yapılamaz. Ancak bu Masonların siyasete karışmadıkları anlamına gelmiyor. Masonlar, 1700′lü yıllardan itibaren siyasetle yakından ilgilenmekle kalmadılar, pek çok darbe girişimine de katıldılar. Mısır’da da Mason Locaları Hidiv ailesi arasındaki iktidar çatışmalarına da taraf oldular. Fransız ve İngiliz Mason locaları Osmanlı ve Mısır’da siyasi rekabet ve çatışma içerisine girdiler.

LOCALAR TARAF OLDULAR

Mısır’ın Hidiv ailesinden Prens Abdülhalîm 1867′de Fransız etkisindeki Mısır Masonluğu’nun üstad-ı azamlığına getirildi. Kendisi 1861′de Türkiye Mason Yüksek Şurası’nın kurucusuydu. Abdülhalim Paşa, Mısır Hidivliğine adaydı. Ancak Osmanlı, Prens İsmail’i Hidiv yaptı. Abdulhalim, Mason localarını Hidiv İsmail’e karşı kullandı. Locada ikilik çıktı. Mısır Hidivi İsmail, amcası Prens Abdulhalim’i İstanbul’a sürgün etti, Mısır Masonlarını kontrolü altına aldı. Prens Abdulhalim, İstanbul’da, V. Murad’ın tahta geçirilmesini destekledi. Hidiv İsmail, Abdulhamit tarafından azledildikten sonra yerine Tevfik Paşa getirildi. Tevfik Paşa, 1887′de Mısır Milli Büyük Locası’nın Üstad-ı Azamlığı’na getirildi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın diğer bir torunu, Hidiv ailesinden mason Prens Mustafa Fazıl Paşa da Mısır’da iktidar peşindeydi. Fazıl Paşa, Prens Abdulhalim’in amcası ve Hidiv İsmail Paşa’nın kardeşiydi. Fazıl ve Halim Paşalar, Sultan Abdulaziz’e karşı el ele vererek, servetlerini, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi başta olmak üzere çoğu mason Genç Osmanlılara akıttılar.

V. MURAD’A DESTEK

Osmanlı masonları Sultan II. Abdulhamit’i devirip yerine mason şehzade V. Murad’ı tahta geçirmek istediler. Şehzade Murad, Fransız tesirindeki Proodos Locası Üstad-ı Azamı Yunan asıllı Kleanti Skalyeri ve aza Ali Şefkati Bey’in hazır bulunduğu bir törenle 1872′de masonluğa kabul edildi. Şehzade V. Murad, Masonların siyasi gözdesiydi.. V. Murad kısa süren saltanatının ardından azledilince yerine Sultan II. Abdulhamit geçti.

Masonlar, Çırağan Sarayı’nda gözetim altında yaşayan V. Murad’ı kaçırmak ve tekrar başa geçirmek istiyorlardı. Bunun için girişimlerde bulundular. Gişimlerden biri de Kleanti Skalyeri-Aziz Bey Komitesi’ydi. Komite toplantı halindeyken basıldı. Skalyeri, Ali Şefkati ve Saray’da görevli Nakşibend Kalfa Hanım kaçtı. Komitenin diğer üyeleri yakalandı. Masonlar, Skalyeri ve Nakşibend Kalfa’yı Yunanistan’a, Şefkati Bey’i ise Fransa’ya kaçırdılar.

HÜRRİYET’İ MASONLAR ÇIKARDI

Sultan Abdulhamit’e karşı bir diğer girişim, Mason Ali Suavi’nin başını çektiği Çırağan Vakası’ydı. Ali Suavi, Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın teşvikiyle Londra’ya kaçtı. Paşa’nın finanse ettiği Muhbir gazetesini çıkardı 1867′de. Muhbir, Avrupa’da yayınlanan ilk Türk gazetesi. Namık Kemal ve Ziya Bey de 1868′de Londra’da Hürriyet gazetesini çıkardı. Hürriyet de Prens Mustafa Fazıl Paşa tarafından finanse ediliyordu. Ali Suavi’nin Fazıl Paşa’yla arası açılmıştı. İki gazete de Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin yayın organı oldukları iddiasındaydı. Fazıl Paşa elini çekince Muhbir kapandı. Her ikisi de mason olan Namık Kemal ve Ali Suavi’nin arasına kara kedi girmişti. Namık Kemal daha sonra Mason biraderi Ali Suavi’yi şarlatanlıkla suçlayacaktı.
KAFASINA SOPAYI İNDİRDİ

Sultan II. Abdulhamit’in tahta geçmesinin ardından istanbul’a dönen Ali Suavi, şehzedelere öğretmenlik yaptı. Daha sonra Galatasaray Lisesi’nin Müdürlüğü’ne getirdi. Bir süre sonra azledilen Suavi, Sultan Abdulhamit aleyhinde propagandaya başladı. O da V. Murad’ı tahta geçirmek için gizli bir organizasyon teşkil etti. Çetenin amacı Çırağan Sarayı’nı basarak V. Murad’ı kaçırmaktı. Ali Suavi, 500 kadar adamıyla 20 Mayıs 1878′de Çırağan Sarayı’nı bastı. Beşiktaş Zaptiye Kumandanı Yedi Sekiz Hasan Paşa saldırganlara müdahale etti. Hasan Paşa, Ali Suavi’yi başına bastonuyla vurarak öldürdü. Her iki taraftan yirminin üzerinde kişi hayatını kaybetti. Tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşı’ya göre Çırağan Vakası üzerindeki giz perdesi aralanamadı. Baskının Ali Suavi’nin kişisel bir girişimi olduğu iddiasını kuşkuyla karşılayan Uzunçarşılı, “Çırağan Vakası yalnız muhacirlerle yapılmak istenilmediğini ve vakit yanlışlığının bu neticeyi verdiğini kabul etmek yanlış olmaz” diyordu. Sultan II. Abdulhamit, kendisine yönelik bu girişimler nedeniyle masonlara kinlendi. Masonlar da İkinci Jöntürk Hareketi’ni destekleyerek Abdulhamit’in devrilmesi için çalıştılar.

Derviş’in dedesine farmason suçlaması

BM Kalkınma Fonu (UNDP) Başkanı Kemal Derviş’in büyük büyük dedesi Sadrazam Halil Hamit Paşa’ya hasımları farmason suçlaması yaptılar. 1785′de sadrazamlıktan devrilen Paşa, Bozcaada’da idam edildi. Paşa’nın kesik başı İstanbul’a getirilerek teşhir edildi. Paşa’nın gençlik yıllarında Eflak Kapı Kethudası İstavraki Oğlu’na katiplik ettiği ve kesik başı bir paskalya günü İstanbul’a getirildiği için, hasmı olan bir şair çirkin bir şiir yazdı: “Katib-i İstavraki farmasoni-i bed neseb/Sadrı telvis eyledi mucib oldu zillete/Haini din-ü şeriat olduğun ima edip/Geldi Paskalya günü başı Bab-ı Devlete”

Ali Süavi’yi bastonla öldüren Paşa,Ece’nin dedesiymiş

Çorumluların medar-ı iftiharı Yedisekiz Hasan Paşa’nın Çırağan Vakası’nda başına sopayla vurarak öldürdüğü Çankırılıların güzide şahsiyetlerinden Ali Süavi, iki komşu kent arasında ilginç bir rekabete neden oldu. Hasan Paşa’nın okuma yazma bilmediği, yedi ve sekiz harflerini bir çizgiyle birleştirip imza attiğı için bu adla anıldığı iddia ediliyor. Hasan Paşa, II. Abdulhamit’in çok güvendiği biriydi. Bu yüzden Beşiktaş’ın Zaptiye Kumandanlığı’na getirilmişti. Paşa, 1894′te memleketi Çorum’da 27,5 metre boyunda bir saat kulesi yaptırmış.

Ramazan’da yemek yiyip içki içenlere bir güzel sopa çekip sonra da “Allah ıslah etsin” diye serbest bıraktığı rivayet ediliyor. Bu arada sunucu, gazeteci-yazar Ece Vahapoğlu, Yedisekiz Hasan Paşa’nın torunlarındanmış.

HEM MELEĞE HEM ŞEYTANA BENZETİLDİ

Ali Süavi esrarengiz bir kişilik. Hayatı hakkında çelişik pek çok şey anlatılıyor. Hem Türkçülüğü hem Batıcılığı hem İslamcılığı ile bilinen çok yönlü bir şahsiyet olan Ali Süavi Mason kaynaklarında “Ali Süavi Kardeş” diye geçiyor. Yani Masonluğu açıklanan Biraderlerden. Onun için İnkilapçı, Hürriyet Şehidi, Şarlatan, Maceraperest de denildi. Tarihçi İsmail Hami Danişmend’in deyimiyle “Hem meleğe hem şeytana benzetilmiş bir büyük adam”dı..

Talat Paşa ve Cemal Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen pekçok ismi Masonların güçlerinden istifade için mason oldular. Cumhuriyet döneminde de masonik faaliyetler sürdü. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde pek çok başbakan ve bakanın mason oldukları biliniyor. Atatürk 1935′de şifahi bir talimatla, Masonik faaliyetlerin durdurulmasını ve Mason Localarının kendi kendilerini fesh etmesini istedi. Bu talimat yerine getirildi. Masonlar, Atatürk’ün inkilaplarının Masonluk prensipleriyle örtüştüğü gerekçesiyle faaliyetleri durdurduklarını söylüyorlar. Masonlar 1940′ların sonlarına kadar uykuda kaldı.

Abdullah MURADOĞLU, YENİ ŞAFAK (26.03.2006)
tarihinde yazılmıştır.




Ders kitapları, hiç kuşkusuz, her rejimin geleceğe ilişkin projesidir. Ders kitaplarına bakarak, rejimin nasıl bir ülke ve nasıl bir toplum yetiştirmek istediğini anlamak kabildir. Atatürk döneminin ders kitapları ise, büyük ölçüde Atatürk’ün tashihinden geçmiş, Atatürk ekleme ve çıkartmalar yapmıştır…


Bunlardan biri de meşhur Afet inan’ın imzasını taşıyan “Medeni Bilgiler” isimli kitaptır. Afet Hanım’ın imzasını taşıyor, ama “önsöz”ünde Afet inan: “Bu kitaplar benim ismimle çıkmış olmasına rağmen, Atatürk’ün fikirleri ve telkinlerinden mülhem olduğunu ve üslûbun tamamen kendisine ait olduğunu tarihî hakikatleri belirtmek bakımından bana düşen bir ödev telâkki ediyorum” diyor.
İşte kitabın “Millet” bölümünden bazı alıntılar:


“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların… Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk Milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. çünkü, Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu?..”
“Türk Milleti birçok asırlar… bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü…”
“… din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk Milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti… Artık Türk, cenneti değil… son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. işte dinin, din hissinin Türk Milletinde bıraktığı (kötü) hatıra…”
“Türk Milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular…”
“Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.”

Bu işler “laiklik adına” yapıldı, bu kitaplar “laiklik adına” yazıldı.

O günler, “Biz her ne şekilde ve surette olursa olsun, memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak, dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz” diyen Basın Yayın Genel Müdürü laikliği koruduğunu söylüyordu…

“Gazetelerin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahis bâzı yazı, mütalâa, îmâ ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale, bend, fıkra ve tefrikaların (dizi yazıların) neşrinden (yayınlanmasından) tevakki edilmesi (vaz geçilmesi) ve başlanmış bu gibi tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi…” (Başvekâlet, Matbuat Umum Müdürlüğü îç Matbuat Dairesi’nin gazetelere “653 sayı ve 17 Mayıs 1942 tarih”li müzekkeresi) şeklinde gazetelere tamimler gönderen zihniyet de herhalde “laikliği koruyup kollama” görevini hakkıyla yaptığını düşünüyordu.

Muhtemelen ona göre de “laiklik dinsizlik değil”di! Muhtemelen ona göre de “kimsenin dinine-imanına devlet karışmıyor”du!

CHP Edirne Mebusu (milletvekili) Mehmed fieref (Aykut) Bey de aynı şekilde düşünüyor olmalıydı. Aynı şekilde düşünmeseydi, kaleme aldığı “Kamalizm” isimli kitabının üçüncü sayfasında, “laikliği koruma-kollama” bilinci içinde “yeni bir din” uydurur muydu? “Kamalizm… yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensipleri ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.”

Bu “yeni dine” elbette “yeni bir kıble” gerekiyordu! Onu da Kemalettin Kamu uydurdu:

“Ne örümcek, ne yosun/ Ne mu’cize, ne füsun,
“Kâbe Arab’ın olsun/ Bize çankaya yeter!”

Artık sıra minare ve ezan uydurmaya gelmişti. O iş de Yaşar Nabi’ye düştü:

“Motorların şarkısı olsun yeni bestemiz,
“Yeni din ezanları, minareler yerine,
“Bulutlara püsküren bacalarda okunsun!”

Olup bitenleri anlamayanlar ise cumhuriyet döneminin en namlı celladı olan Kara Ali’ye veriliyordu. “Menemen Olayı’na kadar (1931) geçen 12 yıl içinde 5 bin 216 kişiyi sallandırdım (astım)” diyen meşhur cellada anlaşılan çok iş düşmüştü.
Türkiye en küçük itirazların bile sehpalarda bastırıldığı bir dönemden geçiyordu.
Bunlar “laiklik adına” oluyordu…

Ama hâlâ “laiklik dinsizlik değil”di!

Rahmetli M. âkif, tarih boyunca toprağa ektiğimiz şehitlerimizi düşünüp,
“Bir hilâl uğruna ya Rabb ne güneşler batıyor” demişti…

Şimdiki güneşler “laiklik uğruna” batıyor…

Hem de ne güneşler, ne beyinler!

Yavuz Bahadiroğlu - Yeni Akit (2008-03-11)