Blogumdaki yazıya yorum yapılmıştır. Hoş geldiniz, yorum yapmaktan çekinmeyiniz.

Atatürk’e diktatör benzetmesi

18 Nisan 2013 Perşembe tarihinde yazılmıştır.

Danimarka’da liselerde tarih derslerinde okutulması tavsiye edilen bir kitapta Atatürk’e diktatör benzetmesi yapıldı.


Geçtiğimiz ay ortasında yayımlanan “Türkiye-Tarihi, Toplumu ve Din” adlı kitapta Atatürk, Stalin, Hitler ve Mussolini ile karşılaştırılıyor, diktatörler ile benzerlikleri anlatılıyor.

ATATÜRK İLE MUSSOLINI BENZERLİĞİ
Kitapta, Stalin, Hitler ve Mussolini ile Atatürk arasında diktatörlük açısından benzerlikler kurulması dikkat çekti. Milliyet’te yer alan habere göre; Atatürk ile İtalyan diktatör Mussolini “aşırı milliyetçilikleri, kendi kendilerini yüceleştiren tarih görüşleri, otoriter yönetim biçimleri, çok uzun nutuk atma merakları, kendi liderliklerini kutsallaştırmaları” gibi birçok açıdan birbirlerine benzetiliyorlar.

TAMAMEN DEMOKRASİNİN DIŞINDAYDI

Atatürk’ün “konuşmalarını halk kitleleri önünde yapmadı, sadece mecliste ve küçük toplantılarda konuştuğu” söyleniyor ve bu bağlamda, “tamamen demokrasinin ne olduğu anlayışının dışındaydı” değerlendirilmesi yapılıyor.

ALİ ŞÜKRÜ OLAYI

tarihinde yazılmıştır.

Ali Şükrü


Birinci Mecliste Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oluşturduğu 1. Grup ile Mustafa Kemal’e çeşitli nedenlerle muhalefet edenlerden oluşan 2. Grup sürekli çatışma içindedir. 2. Grubun liderlerinden biri de Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’dir. Dini konulardaki hassasiyetleri ile dikkati çeken Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in Hakimiyeti Milliye gazetesine karşılık Tan gazetesini çıkarmakla yetinmez bir de Hilafet yanlısı broşür bastırır. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’nün hariciyeci olmamasını eleştiren Ali Şükrü, bu dönemde meclis çalışmalarını engelleyerek Mustafa Kemal’in tepesini iyice attırmıştır. Hatta Mustafa Kemal’le birbirlerinin üzerine yürümüşlerdir. Bu günlerde Ali Şükrü Bey birden ortadan kaybolur. Kayboluşunun üçüncü günü kardeşi bakanlar kuruluna başvurur, bir çobanın ihbarıyla boğulduğu anlaşılan ölüsü Ankara civarındaki Mühye köyü civarında bulunur. Kurulan bir komisyon bazı somut delillerden (örneğin Ali Şükrü Bey’in sıkılmış yumruğunun arasında bulunan hasır parçasının Topal Osman’ın evindeki sandalyeden kopmuş olduğu tespit edilmiştir) hareket ederek Topal Osman’ın suçlu olduğuna karar verir. Anlaşıldığı kadarıyla, Topal Osman, Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’i sürekli üzmesine tahammül edememiş, (yani durumdan vazife çıkarmış) ve Ali Şükrü Bey’i, Mustafa Kemal tarafından kendisine bağışlanan Papazın Bağı denen yerdeki evine davet ederek öldürmüştür.

Olayın ortaya çıkması üzerine Topal Osman’ın nasıl teslim alınması gerektiğine dair harekat planını bizzat Mustafa Kemal hazırlar ardından eşi Latife Hanımla birlikte Çankaya Köşkü’nden ayrılıp, İstasyon civarındaki eve çekilir. Alınan tedbir yerindedir, çünkü Topal Osman Ağa teslim olmayı kabul etmediği gibi Çankaya Köşkü’ne gidip öfke ile her yeri kırıp döker. (Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, C.4) Fakat 1 Nisan’ı (1923) 2 Nisan’a bağlayan gece sabaha kadar süren çatışmada yaralı olarak ele geçirilecek, hastaneye götürülürken yolda ölecektir. Nedense başı kesilerek alelacele gömülmüştür. Ancak Meclis daha önce Ali Şükrü Bey’in katillerinin yakalanarak Ulus Meydanı’nda idam edilmesi kararını oybirliği ile aldığı için, başsız ceset mezardan çıkarılır, Ulus Meydanı’nda ayağından darağacına asılır. Olayın arkasında kim vardır sorusu o günlerde herkesi meşgul etmiştir. Mustafa Kemal’in neden İstasyon’daki eve geçtiği, Topal Osman’ın neden Çankaya Köşkü’nü talan ettiği, yaralı halde yakalandığı halde neden kafasının hemen kesilip gömüldüğü gibi konular şüphe çekmiştir. İlginçtir, hemen her konuda bir şeyler söyleyen Mustafa Kemal, bu konuda suskunluğunu korumuştur. Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in Topal Osman’ın ‘tepelenmesi’ sırasında sessiz kalışını biraz imalı biçimde anlatır. (Siyasi Hatıralar) O dönemde TBMM zabıt katibi olan Mahir İz Yılların İzi adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabında Mahmut Goloğlu’da benzer bir kanıda olup, Mustafa Kemal’e ömrü boyunca sadık kalmış olan Falih Rıfkı Çankaya kitabında, “Topal Osman da en sonunda nizamlı ordunun kıta Kumanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur” der.

Ayşe Hür, RADİKAL (31.01.2006)

İzmir suikastinin sözde elebaşısı Kara Kemal Bey

tarihinde yazılmıştır.

İttihatçıların Küçük Efendisi (Büyük Efendi Talat Paşa’dır) Kara Kemal Bey, İstiklal Mahkemesi savcısı Necip Ali tarafından Atatürk’e yönelik İzmir suikastı girişiminin bir numarası olarak belirtilmişti, üç beş saat içinde yazılan ya da yazdırılan iddianamede. “Aslında Kara Kemal’in suikastten haberi bile yoktur, suikast girişiminin olacağı gün öğrenir” ama kendisinin mutlaka suçlanacağını kestirebildiğinden evini terk edip kaçmaya başladığını anlatır Kemal Tahir, “Kurt Kanunu” adlı kitabında. Kara Kemal, Ocak 1923’te, yani İzmir suikastı girişiminden üç yıl önce Gazi’yle İzmit’te buluşur. Buluşma isteği kendisinden gelir. Ve Gazi’ye artık siyasetle hiçbir biçimde ilgilenmeyeceğini söyler. Gazi, İttihatçıları son bir kez toplayıp, hepsinin Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında toplanmaya ikna etmesini söyler Küçük Efendi’ye. Ve 12-13 Nisan 1923’te son İttihat ve Terakki Kongresi İstanbul’da toplanır, Temmuz 1923’te yapılacak seçimlere katılmama, Mustafa Kemal’in adaylarını destekleme kararı aldırtır Kara Kemal. Sonradan, Gazi’nin onayı ve de arkadaşlarının ısrarları sonucu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı destekler bir dönem. Ama siyasetten elini eteğini çekme konusunda kararlıdır.

Kara Kemal’in “asıl suçu” İzmir suikastıyla ilgili değildir elbet. Suçu, Tanzimat’ın en büyük eksiğinin ekonomiden anlamayan kişilerce yönetilen bir süreç olduğunu anlaması Cumhuriyet’in de aynı tuzağa düşmek üzere olduğunu kavramasıdır. Bunun üzerine Türk ve Müslüman bir orta sınıf kurmak bir tür Anadolu Kaplanları yaratmak için kolları sıvar; sigorta şirketi kurmak, balık halini örgütlemek, banka hatta bankalar kurmak için çalışır. İttihatçıların içinde ekonomiden tek anlayan Cavit Bey’in bütün ülkeyi gezerek Müslümanlara nasıl ekonomi ve maliye dersleri verdiğini bilir. Cavit Bey’le sık sık görüşür; ortak konuları İstiklal Mahkemesinin öne sürdüğü gibi Gazi’ye suikast değil azınlıkların egemenliğindeki ekonomide Türk ve Müslüman bir seçenek oluşturmaktır. Ancak hükümet burjuva sınıfının dizginlerini kendi elinde toplamak ve tutmak istemektedir.

Kara Kemal Bey amacına, Cavit Bey gibi, ulaşamaz, yakalanacağını anlar ve İstiklal Mahkemesinde maskara olmaktansa şakağına bir kurşun sıkmayı yeğler. Cavit Bey de akıllara ziyan bir haksızlık sonucu 26 Ağustos 1926’de idam edilir. Böylece Anadolu Kapanları’nın ortaya çıkması atmış küsur yıl ertelenir! İstiklal Mahkemelerinin adaleti böyle “tecelli eder” işte!

Aziz ÜSTEL – STAR (15 Ara 2011)

Türk müziğinin yasaklanması

tarihinde yazılmıştır.



Yıl 1934′tür. 1 Kasım günü o zamanki hitapla Reisicumhur Gazi hazretleri Meclis’i açış konuşmasında müziğe değinir ve “Arkadaşlar” der, “Bugün dinlediğimiz musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz”.
Bu, bir işarettir. Çünkü Gazi Paşa kıyafetten sözettiğinde giysilerimiz, yazıdan bahsettiğinde harflerimiz değişmiştir. Sıra, müziktedir. Maarif Vekaleti acilen bir kongre toplar. Dönemin ünlü müzisyenlerini biraraya getirir. Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey’in de aralarında bulunduğu toplam 8 besteci Ankara’da buluşurlar.

Toplantının açılışında Milli Eğitim Bakam Abidin Özmen kısa bir konuşma yapar ve topu salondaki müzisyenlere atar:

“Hadi bakalım. Nasıl yapacağız bu musiki inkılâbını?”

Salondakiler şaşırıp kalırlar. Sonra tam 4 saat süren bir müzik tartışması başlar. Bu arada Milli Eğitim Bakanı sık sık telefona çağrılmaktadır. Son telefondan sonra dayanamayıp durumu açıklar:

“Mustafa Kemal Paşa Çankaya’dan birkaç seferdir telefon ettiriyor. ‘Musiki inkılâbı ne yoldadır’ diye soruyor”.

Müzisyenler paniklerler. Ellerini çabuk tutmaları lazımdır. İnkılabı o gün, orada kendilerinin yapacağını anlarlar. Sonunda içlerinden birisi “Memlekette tek sesli şarkı söylemeyi yasaklayalım” der.

İlk itiraz eden Cemal Reşit Rey olur:

“Olur mu böyle şey! Diyelim bir çoban davarlarını otlatırken şarkı söyleyecek olsa ille köye gidip, ikinci bir çoban bulup, ‘Gel birader şu ikinci sesi uydur’ mu diyecektir?”

Ama bu itirazı kimse dinlemez. Sonunda İçişleri Bakanlığı bir emirle radyoda Türk müziği yayınlanmasını yasaklar.

Tabii 4 saatte yapılan bu devrim geri teper. Halk Hint ve Arap radyolarına hücum eder ve yasak 8 ay sonra ister istemez kaldırılır. Devrimin acelesi vardır ama kültür aceleye gelmez.

Cemal Reşit Rey, yıllar sonra halkın bu sessiz direnişine saygı duyduğunu açıklayacak ve “Şüphe yok ki günü geldiğinde çok sesli müzik memleketimizde kök salacaktır” diyecektir.

Can Dündar

Sultan V. Mehmed Reşâd

tarihinde yazılmıştır.



İttihat ve Terakki iş başına gelince, dış güçler Osmanlı Devleti vatandaşlarını tahrike başladılar. Suriye’de Dürziler, Yemen’de Zeydîler ve Balkanlarda Arnavudlar isyan ettiler. İttihâdcı politikanın iflas ettiğini gören Sultân Reşâd, yanına sadrazam ve diğer devlet erkânı ile Bediüzzaman gibi âlimleri de alarak, Rumeli Seyâhatine çıktı. Mahmûd Şevket Paşa’nın büyük kuvvetlerle ve silahla susturamadığı isyanı, 100.000 Arnavud ile Kosova Meydanında namaz kılarak teskin ettirdi (Haziran 1911).

II.Abdülhamid’in açtırdığı İşitme Engelliler Okulu

tarihinde yazılmıştır.




Osmanlılarda ilk İşitme Engelliler Okulu, II.Abdülhamid tarafından kurulan (1902) Yıldız Sağırlar Okulu’dur. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili’nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Tıpkı yazılı dilde olduğu gibi, bu okulda kullanılan işaret alfabesi de şu anda kullanılan alfabeden farklıydı. Bu okullarda batıda kullanılan işaret dillerinin kullanıldığına dair de hiçbir kanıt yoktur.

M.Kemal’in muallimi Şemsi Efendi Kim?

tarihinde yazılmıştır.

 




Şemsi Efendi, 1852′de aslen Sabetaycı (yahudi dönmesi) olan bir ailenin ferdi olarak doğdu. Asıl adı Şimon Zwi’dir. Yaşadığı dönemin en büyük Sabetaycı kabalistlerindendi. Kabalist, yahudilerin önemli dini kaynaklarından olan Kabbala’yı yorumlayabilen, tefsir edebilen kişilere denmektedir. Bir ara Feyziye Mektebi’nde yahudi dönmelerin çocuklarına Akaid-i Diniye (yani Sabetaycı akımın inanç esaslarını) öğretti. Dönmelerin iki ayrı grubu durumundaki Karakaş ve Kapancı kollarını birleştirmek için yoğun çaba sarf etti, ama buna muvaffak olamadan öldü.