Blogumdaki yazıya yorum yapılmıştır. Hoş geldiniz, yorum yapmaktan çekinmeyiniz.

M.Kemal Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
M.Kemal Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
16 Nisan 2013 Salı tarihinde yazılmıştır.




Ders kitapları, hiç kuşkusuz, her rejimin geleceğe ilişkin projesidir. Ders kitaplarına bakarak, rejimin nasıl bir ülke ve nasıl bir toplum yetiştirmek istediğini anlamak kabildir. Atatürk döneminin ders kitapları ise, büyük ölçüde Atatürk’ün tashihinden geçmiş, Atatürk ekleme ve çıkartmalar yapmıştır…


Bunlardan biri de meşhur Afet inan’ın imzasını taşıyan “Medeni Bilgiler” isimli kitaptır. Afet Hanım’ın imzasını taşıyor, ama “önsöz”ünde Afet inan: “Bu kitaplar benim ismimle çıkmış olmasına rağmen, Atatürk’ün fikirleri ve telkinlerinden mülhem olduğunu ve üslûbun tamamen kendisine ait olduğunu tarihî hakikatleri belirtmek bakımından bana düşen bir ödev telâkki ediyorum” diyor.
İşte kitabın “Millet” bölümünden bazı alıntılar:


“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların… Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk Milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. çünkü, Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu?..”
“Türk Milleti birçok asırlar… bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü…”
“… din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk Milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti… Artık Türk, cenneti değil… son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. işte dinin, din hissinin Türk Milletinde bıraktığı (kötü) hatıra…”
“Türk Milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular…”
“Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.”

Bu işler “laiklik adına” yapıldı, bu kitaplar “laiklik adına” yazıldı.

O günler, “Biz her ne şekilde ve surette olursa olsun, memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak, dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz” diyen Basın Yayın Genel Müdürü laikliği koruduğunu söylüyordu…

“Gazetelerin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahis bâzı yazı, mütalâa, îmâ ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale, bend, fıkra ve tefrikaların (dizi yazıların) neşrinden (yayınlanmasından) tevakki edilmesi (vaz geçilmesi) ve başlanmış bu gibi tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi…” (Başvekâlet, Matbuat Umum Müdürlüğü îç Matbuat Dairesi’nin gazetelere “653 sayı ve 17 Mayıs 1942 tarih”li müzekkeresi) şeklinde gazetelere tamimler gönderen zihniyet de herhalde “laikliği koruyup kollama” görevini hakkıyla yaptığını düşünüyordu.

Muhtemelen ona göre de “laiklik dinsizlik değil”di! Muhtemelen ona göre de “kimsenin dinine-imanına devlet karışmıyor”du!

CHP Edirne Mebusu (milletvekili) Mehmed fieref (Aykut) Bey de aynı şekilde düşünüyor olmalıydı. Aynı şekilde düşünmeseydi, kaleme aldığı “Kamalizm” isimli kitabının üçüncü sayfasında, “laikliği koruma-kollama” bilinci içinde “yeni bir din” uydurur muydu? “Kamalizm… yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensipleri ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.”

Bu “yeni dine” elbette “yeni bir kıble” gerekiyordu! Onu da Kemalettin Kamu uydurdu:

“Ne örümcek, ne yosun/ Ne mu’cize, ne füsun,
“Kâbe Arab’ın olsun/ Bize çankaya yeter!”

Artık sıra minare ve ezan uydurmaya gelmişti. O iş de Yaşar Nabi’ye düştü:

“Motorların şarkısı olsun yeni bestemiz,
“Yeni din ezanları, minareler yerine,
“Bulutlara püsküren bacalarda okunsun!”

Olup bitenleri anlamayanlar ise cumhuriyet döneminin en namlı celladı olan Kara Ali’ye veriliyordu. “Menemen Olayı’na kadar (1931) geçen 12 yıl içinde 5 bin 216 kişiyi sallandırdım (astım)” diyen meşhur cellada anlaşılan çok iş düşmüştü.
Türkiye en küçük itirazların bile sehpalarda bastırıldığı bir dönemden geçiyordu.
Bunlar “laiklik adına” oluyordu…

Ama hâlâ “laiklik dinsizlik değil”di!

Rahmetli M. âkif, tarih boyunca toprağa ektiğimiz şehitlerimizi düşünüp,
“Bir hilâl uğruna ya Rabb ne güneşler batıyor” demişti…

Şimdiki güneşler “laiklik uğruna” batıyor…

Hem de ne güneşler, ne beyinler!

Yavuz Bahadiroğlu - Yeni Akit (2008-03-11)

İngiltere Kralı Lozan için ne demişti?

tarihinde yazılmıştır.

 İngilitere Kralı, Ocan 1924′te yaptığı Parlementoyu Açılış konuşması müsveddesinde üyelere yeni yasama yılında neler yapılacağını izah ediyor. Yoksa birkaç sonraki Hilafetin kaldırılmasına işaret mi ediyordu? “Gizle kaydıyla Milli Arşivler koleksiyonuna alınan Kral’ın konuşmasında bir cümle özellikle dikkat çekiyor: “Bu antlaşma ile yeni bir çağ açıla caktır.” Gerçi sonradan Parlemento “Türkiye ile aramızda yeni bir çağ açılacaktır” şeklinde düzeltecektir cümleyi ama Kral’ın Lozan’a neden bu denli önem atfettiği meselesi kafaları karıştıracaktır.(Derin Tarih Dergisi)
Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR.” (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)

Şapka giymeyenin asıldığı dönemde şapka fiyatları ne kadardı. Hiç düşündünüz mü?

tarihinde yazılmıştır.

Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği genelgede kendi görevlilerinin de şapka almaları gerektiğini, şapka fiyatlarının, memur maaşlarına oranla pahalı olduğu gerekçesiyle memurlarına 50′şer lira “şapka avansı” verileceğini bildirdi. Şapka fiyatları yükseldiği için bu avans 80 liraya çıkarıldı. Kaynak : Başbakanlık Cumhuri yet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V41. 8.67.20, (6.11.1926). Şimdi bu parayı günümüze göre hesap edelim. 1926 yılında ekmeğin fiyatı 16 kuruş ve biz bunu düz hesap olarak 20 kuruş yapalım. 1 lira = 100 kuruş ve ekmeğin fiyatı 20 kuruş olduğuna göre 1 liraya 5 ekmek alınıyordu. Şapka avansı 80 lira olduğuna göre şapkanın fiyatı en az 80 lira. Yani o dönemde 1 şapkaya ödenecek parayla 80 x 5 = 400 ekmek alınıyordu. Günümüze göre uyarlayacak olursak, günümüzde ekmeğin fiyatı 50 kuruş ve o dönemde bir şapkayla 400 ekmek alındığına göre bir şapkanın günümüze göre hesabı 200 TL. Neredeyse bir takım elbise parası.

Atatürk’ün Erzurum Kongresi’nden kovulması

tarihinde yazılmıştır.


TBMM II. Dönem Gümüşhane Milletvekili Kadirbeyoğlu Zeki Bey


Bazı kimseler Erzurum Kongresi’ni M. Kemal’in topladığını zannediyor. M. Kemal’in, kongreyi toplamak şöyle dursun, katılabilmesi bile ancak Dursunbeyzade Cevad Bey’in istifa etmesiyle mümkün olabilmiştir.[1] Yani istifa eden olmasaydı kongreye dahi katılamazdı. Hatta kongreye nişanlarla süslü büyük üniformasıyla katılmak istemesi üzerine, sonradan TBMM II. Dönem Gümüşhane Milletvekili olan Kadirbeyoğlu Zeki Bey tarafından kovulmuştur.

Kadirbeyoğlu Zeki Bey, bu hadiseyi hatıralarında şöyle anlatmaktadır:

“Camekanlı kapı açılır açılmaz bütün ihtişâmı ile büyük üniformasıyla kaşıklı, püsküllü apoletleriyle irili-ufaklı umum nişanlarıyla ve Yâverân-ı Hazret-i Şehriyârî kordonu ile arkasında da yüzbaşı Cevad ve diğeri Mülâzım Receb Zühdü aynı büyük üniforma ile içeri girmesinler mi!.. Zavallı millet. Öteden beri şatafat bu dârât (gösteriş) ve bu debdebenin zebûnu değil midir? Isterse olmasın kafasına vurarak oldurur.

Böyle alıştırılmış devir her ne olursa olsun ismine ne nâm verilirse verilsin büyük, buradaki büyüklük ilmen ve irfânen değil mevkî itibâriyle bu nâmı ihrâz edenler alt taraflarındakine dâima hakaretle bakmayı, hin-î hâcette (gerektiği zaman) tahta kurusu gibi onları ezmeyi ve mutlak olarak kendilerine itaat ettirmeyi isterler.

Mustafa Kemal Paşa bu hareketiyle murahhaslar üzerinde yapacağı te’sîri çok iyi olarak keşfetmişti. Ve nitekim öyle de çıktı.

O dârât, debdebe ile kılıç şakırdılarına karşı murahhaslar (delegeler) hep birden ayaklanmasınlar mı? Işte o vakit taş kafamdan fırladı, ayağa kalkmayan ben ve Rauf Bey’den başka kimse kalmadığını görünce ben de yerimden fırladım. Gayet sert ve haşin bir sadâ ile:

“- Efendiler oturunuz! Paşa hemen dışarı çıkınız, daha istifanâmenizin (Askerlikten istifanın) mürekkebi kurumadan kongre üzerinde bir te’sîr icrâ etmek için bu kıyafetle gelmenize çok teessüf ederim. Hemen çıkınız, başka bir elbise ile gelirsiniz” diyerek elimle de kapıyı gösterdim.

Sarı olan Mustafa Kemal o sırada yeşil bir renk aldı. Ve kongre salonunu mevtâî (ölü gibi) bir sükûn kapladı. Yalnız yanımda oturan Rauf Bey:

“- Zeki ne yaptın” diyerek, o kudretli elleriyle sol bacağımı öyle bir sıktı ki, tam bir hafta siyah kaldı.

Mustafa Kemal Paşa üç dakika süren bu sükûtu, rolünü değiştirmek suretiyle bir aktör vaziyeti aldı:

“- Efendiler, şimdi bu dakikada kanaat getirdim ki, bu memleket hiçbir vakit istiklâlini zâyi etmeyecek. Bilakis parlak istikballere mazhar olacaktır. Zirâ içimizde medenî cesâretini hiçbir kuvvetin eğemeyeceğini ben de îman ettiğim (eliyle beni göstererek) böyle şahıslar oldukça bizler yaşayacağız. Bu bizim hakkımızdır.”

Bana doğru bir adım atarak elini uzattı ve sivil elbisesi olmadığı için bunlarla gelmeye mecbur olduğunu beyân-ı itizar etmesi (özür dilemesi) üzerine cevâben:

“- Paşa, paşa üzerindeki hâkî elbise bizim için kâfî idi. Paşalık işaretlerini kaldırınız, Avcı biçimi sivil bir elbise olur. Nitekim içimizde o kıyafette birkaç arkadaşımız da vardır. Size ise yevmî (günlük) giyilen askerî üniformaya da kanaat etmeyerek büyük üniforma, yâverî kordonu ve bütün nişanlarınızla buraya gelmeniz çok açık söyleyeyim ki hüsnüniyete delâlet etmez. Bununla beraber burada oturamazsınız. Tâ ki sivil giymedikçe burayı şimdi terk etmeniz icâb ediyor. Aksi takdirde biz salonu terk ederiz.”

Mustafa Kemal Paşa vaziyetin başka türlü çıkar yolu olmadığını görünce hemen geriye dönerek salondan çıkmak sûretiyle kongreyi terk etti. Iki dakika sonra otomobilinin zartazurtasi işitildi.

Bu hâdise murahhaslar üzerinde henüz kavrayamadıkları derin bir te’sîr bıraktı. Herkes yanındaki arkadaşlarıyla hasbihâle daldı.

Rauf Bey:

“- Zeki, bu darbe çok ağır oldu, îtirâf ederim ki, haklısın lâkin bu kadar sert ve haşin hakarete lüzum yoktu.”

Ben de cevâben:

“- Peki, siz de bir bahriye amirali üniformasını niçin giymediniz? Daha başlangıçta bu harekete ne mânâ vardı. Biz Karabekir ile böyle görüşmedik. Benim kimseden korkum ve âmâlim yoktur. Tek bir emelim vardır ki, o da hepinizin düşündüğü gibi vatanımın istiklâlidir” dedim.

Tam bu sırada kapıcı gelerek Karabekir’in geldiğini ve beni görmek istediğini söyledi. Paşa’yı içeride bir odada ayakta gezinirken gördüm.

“Buyurun Paşam, emirleriniz!..” dedim.

Karabekir:

“- Aman Zeki Bey burada bir hâdise cereyân etmiş, Mustafa Kemal paşa ağır bir hakaretle kongre hâricine çıkarılmış.”

“- Hayır, hayır Paşa hakaret filan değil hiçbir şey yoktur. Yalnız Mustafa Kemal Paşa Cuma selâmlığına gideceğine zâhib olarak büyük üniforma nişanlarıyla Yâverân-ı Hazret-i Padişâhî kordonu ile teşrif ettiler. Bendeniz de cevâben: ‘- Paşam, yanlış geldiniz, lütfen dışarı çıkınız da sivil elbise ile teşrif edersiniz’ dedim. Elbisesi olmadığından bahsetti. Ben de bu hâkî elbisenin üzerindeki bütün alâmetler kaldırıldığı takdirde mükemmel bir avcı sivil elbisesi olacağını söyledim. Çıktı gitti. Zirâ o kıyafetle biz Paşa’yı hiçbir vakit kongreye kabul edemezdik!.” diyerek Karabekir’in gözlerinin içine baktım.

Karabekir çok dalgın ve müteessir idi. Yalnız:

“- Yâ büyük üniforma ile geldi hâ!” dedi. Ben de:

“- Yâverleri de öyle geldi paşam, yalnız kendisi değil.” [dedim] [2]

Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in anlattıkları böyle…

Ama, “hayır yalan, Atamı kimse kovamaz” diyenler çıkabilir. Bu nedenle biz başka bir kaynak daha zikredelim.

Kazım Karabekir Paşa da hatıratında bu hadiseye birkaç defa temas etmiştir. Mesela bir yerde şöyle diyor:

“Zeki Bey Erzurum Kongresinde Gümüşhane murahhası idi. Mustafa Kemal Paşa mirliva üniforması ve yaveri hazreti padişahî kordonu ile riyaset kürsüsüne çıktığı zaman: Paşa, üniformanı ve kordonlarını çıkar da öyle gel! diyerek Mustafa Kemal Paşayı sivil elbise giymeğe mecbur etmişti.”[3]

Kazım Karabekir Paşa aynı sayfada, 29.04.1336 (1920) tarihli ve “Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal” imzalı bir telgrafa yer veriyor… Yani Erzurum Kongresi’nde yaşanan olayın üzerinden henüz bir sene bile geçmeden. M. Kemal’den gelen telgrafta, Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in gerektiğinde sıkı tarassud altına alınması ve tevkif edilmesi, hatta hiyaneti vataniye kanunu ile cezalandırılması istenmektedir. Karabekir Paşa, “bir meb’usu (milletvekilini) ciheti askeriye nasıl sıkı tarassut altına alacaktır?” diyerek M. Kemal’i eleştirdikten sonra şöyle diyor:

“Işte Mustafa Kemal Paşaya karşı ilk ve kuvvetli bir muhalif çehre gösteren bu meb’usun tarassud, tevkif ve hiyaneti vataniye ile ittihamı gibi sırasile ağırlaşan cezaya çarptırılmasını Mustafa Kemal Paşa emrediyordu.”[4]

KAYNAKLAR:

[1] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, 9. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1969, cild 1, sayfa 64.

[2] Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in Hatıraları, (Hazırlayan Ömer Faruk Lermioğlu), Sebil Yayınevi, Istanbul 2007, sayfa 58 ve devamı.

[3] Kâzım Karabekir, Istiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, Istanbul 1960, sayfa 679. Kâzım Karabekir Paşa, 83 ve 252′inci sayfalarda da bu hadiseye temas ediyor.

[4] Kâzım Karabekir, Istiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, Istanbul 1960, sayfa 678, 679.

Atatürk ve Din Yok Milliyet Var Safsatası

14 Nisan 2013 Pazar tarihinde yazılmıştır.

Okuyamayanlar için, M. Kemal Atatürk’ün bu kitaba tepkisini gösteren yazıyı aynen aktarıyoruz: “Milletvekili Ruşenî Eşref Barkın 1926′da yazdı. Atatürk’ün kenar notları: “Aferin! Alkışlar!” (Resim %100 Osmanlı sitesinden alıntılanmıştır) *** Kemalist devrimciler, Halifeliğin kaldırılmasından itibaren laiklik adına dine karşı birçok adımlar atmışlardır. Zira bunlar, pozitivist, materyalist ve darvinist görüşlerin tesiri altındaydılar. Dinden boşalan yer, kemalizmle / ulusculukla doldurulmak istenmiştir.[1] Bu bakımdan ilginç bir belge, Cumhurbaşkanlığı Köşkündeki Kütüphanede bulunan “Din Yok, Milliyet Var” başlıklı IV+247 sayfalık bir yazmadır.[2] Yazar “Birkaç Söz” başlığı ile yazdığı önsöze şu ilk cümleyle başlıyor: “Bu kitabı, dinlerin iç yüzünü milletime göstermek ve milletimi bu beladan kurtarmak için yazdım!..” Bu cümle ile başlayan bir eserin nasıl devam edeceğini tahmin etmek güç olmasa gerektir. Biz yine de bir-iki cümle alıntılayalım: “Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren “ulusalcılığımız”dır. O halde felsefemizde “din” sözcüğünün tam karşılığı “ulusalcılıktır.” Ulusunu seven, ulusunu yükselten ve ulusuna dayanan insan, her zaman güçlü, her zaman namuslu ve her zaman onurlu bir insandır. Yüksek bir ulusun, ulusalcı bireyleri, ak günde mutlu, kara günde dayanıklı ve kanlı günde ezicidir.” Bu kadar yeterli sanırım… “Ruşenî” imzasıyla, 1926 Ekim ayında Istanbul Erenköy’de kaleme alınan bu deneme, M. Kemal Atatürk tarafından okunarak bazı yerlerine “alkışlar” bazı yerlerine “bravo” veya “aferin” şeklinde işaret ve notlar konulmuştur. Denemenin yazarı IV, V ve VI. dönemlerde Samsun milletvekilliği yapmış olan Ruşenî Barkur’dur. Hatırlayalım, o tarihlerde milletvekilleri M. Kemal tarafından atanmaktaydı.[3] Yani yazar dine hakaret ettiği halde ödüllendirilmiştir. Soruyorum, böyle bir adamı ve rejimini sevmek bir Müslümana yakışır mı?