Blogumdaki yazıya yorum yapılmıştır. Hoş geldiniz, yorum yapmaktan çekinmeyiniz.

İsrail’in Kirli Tarihi

18 Nisan 2013 Perşembe tarihinde yazılmıştır.


Bazı devletlerin kirli çamaşırları vardır. Ortaya çıkmasını istemedikleri, bilinmesinden rahatsızlık duydukları ve bu nedenle resmi tarihlerinden çıkardıkları tarihsel gerçeklerdir bunlar. Örneğin Vietnam Savaşı sırasında ABD birliklerinin o ülkedeki sivil halka karsı uyguladıkları işkence ve katliamlar—ki bunların sonucunda 1.5 milyon Vietnamlı yaşamını yitirmiştir—Amerikalılar tarafından mümkün olduğunca unutturulmak istenir. Bu gerçek savaş sırasında ört-bas edilmeye çalışılmıştır, savaş sonrasında ise Vietnam’la ilgili olarak çevrilen Hollywood filmleri ile aynı yol denenmiştir. Bu “Rambo” filmlerinde hep Amerikan askerlerinin Vietnam’da yasadıkları zorluklar anlatılır, Amerikalı birliklerinin diri diri yaktıkları köylüler değil.

Yine de Vietnam savasının içyüzü pek çok insan tarafından bilinmektedir. Çünkü savaş dünyanın gözleri önünde yasanmış bir olaydır ve bu nedenle tam anlamıyla ört-bas edilmesi mümkün olmamıştır.

Ancak başka bazı devletler, kirli çamaşırlarını çok daha başarılı bir biçimde gizleyebilmişlerdir. Bu devletlerin belki de en başarılısı ise, İsrail’dir. Siyonizm’in 1930′lu ve 40′li yıllardaki tarihi söz konusu kirli çamaşırlarla dolu iken, Yahudi Devleti bu gerçekleri yalnızca gizlemekle kalmamış, dahası kendi lehinde bir propaganda aracına dönüştürmüştür.
Öncelikle İsrail’in nasıl bir imaja sahip olduğuna bakalım.

İsrail’in İki Yüzü

İsrail, on yıllardır tüm bir ulusu işgal altında yasamaya zorlayan dünyadaki yegâne devlettir. 1948′de Filistin topraklarının önemli bir bölümünü işgal etmiş ve Filistinlilerin bir kısmını kendi yönetimi altında yaşamaya zorlamış, bir kısmını sürmüş, hatta bir kısmını da “imha” etmiştir. 1967′de tüm Filistin toprakları İsrail işgali altına girmiştir. Ayrıca İsrail; Mısır, Suriye, Lübnan ve Ürdün topraklarını işgal etmiş, yıllarca bu topraklardan çekilmemiştir. İsrail’in işgal ettiği bölgelerdeki halka karşı uyguladığı devlet terörü ise oldukça ünlüdür. İsrail ayrıca dünyanın başka bölgelerindeki acılarda da pay sahibidir: Dünyanın dördüncü büyük askeri gücüne sahip olan Yahudi Devleti, Üçüncü Dünya’daki baskıcı diktatörlere, faşist rejimlere destek olmuş, onlara silah satmış, onların ordu ve gizli polislerini eğitmiştir. Pinochet, Idi Amin, Bokassa, Mobutu, Marcos, Noriega gibi eli kanlı diktatörlerin tümü, İsrail’in yakın birer müttefiki olmuşlardır.

Kısacası, İsrail, oldukça “kirli” bir devlettir. Birleşmiş Milletler’de aleyhine en çok karar çıkartılan, ama bu kararların hemen hiç birini tanımayan Yahudi Devleti, dünyanın dört bir yanındaki pek çok insanın gözünde saldırgan, zorba ve küstah bir çete devletidir.

Ancak İsrail’in bir başka yüzü daha vardır. Daha doğrusu İsrail çoğu zaman bir başka yüzle insanların karşısına çıkar. Bu yüz, İsrail’in bir “çete devleti” değil, aksine bir “mazlumlar ve mağdurlar yuvası” olduğu imajını verir. Batı’daki pek çok insan da İsrail’i bu yüzüyle tanır. Bu görüşe göre, İsrail, dünyanın dört bir yanında ırkçıların hedefi olan Yahudilerin yegâne sığınağıdır. Bu düşünce, temelde “Yahudi soykırımı”na dayanır: Buna göre İsrail, Naziler’in Yahudi ırkına yönelik korkunç işkence ve katliamından kurtulan Yahudiler tarafından kurulmuş bir sığınaktır. Naziler 6 milyon Yahudiyi acımasızca öldürmüşlerdir. Bu bir daha asla yaşanmamalıdır. “Bir daha asla” şeklinde sloganlaşan bu mantık, İsrailliler tarafından son derece ustalıkla kullanılmakta ve üstte sözünü ettiğimiz tüm “kirli” işler, bu yolla hasıraltı edilmektedir.

Bu yolla İsrail’in işgalleri ve devlet terörü meşrulaştırılır: “İsrail, güvenliğini sağlamak zorunda, yeni bir soykırım mı yaşansın?” mantığı kullanılır. İsrail Devleti sürekli olarak soykırım konusunu gündemde tutmakta ve bunu varlığının bir numaralı meşruiyet kaynağı olarak göstermektedir. İsrail’i ziyaret eden her yabancı devlet adamı, ilk olarak mutlaka Yad Vashem adli “Soykırım Müzesi”ne götürülür.

Tarihin Perde Arkası

İsrail’in sözünü ettiğimiz iki farklı imajı, takdir edilir ki, birbiriyle uyuşması oldukça zor olan imajlardır. Bir yanda açıkça saldırgan, ırkçı, işgalci ve baskıcı bir devlet, öteki yanda “mazlumların sığınağı” şeklinde bir görüntü vardır.

İşte “Soykırım Yalanı” adli kitabi ortaya çıkaran araştırmayı yapmamıza neden olan şey de, bu iki zıt görüntüdür. Bu iki zıt görüntünün ardında farklı bir gerçek olabileceğini düşündüğümüz için bu kitaba konu olan tarihsel bilgileri araştırdık. Ve sonuçta ortaya pek az kimsenin farkında olduğu bir gerçek çıktı.

Bu gerçek, özetle şudur: İsrail devleti, ikili bir karaktere sahip değildir. Yani bir yandan baskıcı ve saldırgan, bir yandan da “mazlumların sığınağı” değildir. Aksine, baskıcı ve saldırgan karakter, İsrail devletinin, bu devleti kuran ve yaşatan siyasi kültürün yegane özelliğidir. İsrail’in “mazlumların sığınağı” olarak bilinmesine neden olan şey de, aslında bu siyasi kültürün kendi halkına reva gördüğü bir takım zulümlerden ibarettir.

Bu genel yorumu yapmamıza neden olan somut gerçek ise, öncelikle Nazizim ve Siyonizm arasındaki bilinmeyen tarihsel ilişkidir. Soykırım Yalanı adlı kitabımızda bu konuyu ayrıntılarıyla gözler önüne serdik. Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak için yeterli sayıda Yahudiyi Avrupa’dan göç etmeye bir türlü ikna edemeyen Siyonistlerin, II. Dünya Savaşı öncesi dönemde Naziler’i—ve diğer pek çok faşist hareketi—destekleyerek zoraki bir göç sağladıklarını ortaya koyduk. Almanya’yı Yahudilerden arındırarak etnik yönden “saf” hale getirmek isteyen Nazilerle, bu ülkedeki söz konusu Yahudileri Filistin’e götürmek isteyen Siyonistlerin nasıl doğal müttefik olduklarını inceledik. Naziler’in Alman Yahudilerine yaptıkları baskı ve zulümlerin, Siyonist liderler tarafından neden sevinçle karşılandığını ve iki tarafın ne gibi işbirlikleri geliştirdiklerini ortaya çıkardık.

Bu tablo açıkça göstermektedir ki, İsrail, antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) tehlikesinden kaçan Yahudiler için bir sığınak değildir, aksine bu Yahudileri tehdit eden antisemitik hareketler, Siyonizm tarafından en başından beri desteklenmiştir.

Bu gerçeğin bilinmesinde ise büyük yarar vardır, çünkü bu gerçek, İsrail devletinin kendi meşruiyetinin dayanağı olarak gösterdiği en büyük gerekçeyi çürütmektedir. Nitekim bugün İsrail’in politikalarına, hatta varlığına karsı çıkan “anti-Siyonist” Yahudiler de bu tarihsel gerçeğe işaret etmekte ve Siyonizm’in Yahudiler için bir kurtuluş değil, aksine en büyük tehlike olduğunu savunmaktadırlar.

“Soykırım Yalanı” kitabinin verdiği en önemli mesaj, bizce budur. İsrail, hem işgal ettiği Arap topraklarının gerçek sahiplerine, hem de bu topraklara zor yoluyla getirdiği Yahudilere baskı ve zulüm uygulamış bir devlettir. İsrail’in resmi ideolojisi olan Siyonizm, bu nedenle asla ve asla gerçek anlamda barış yanlısı olamaz. Barış ve huzura dayalı bir siyasi kültür, her ırkçı ve faşist hareket gibi Siyonizm’in de yok olmasına neden olacaktır çünkü.

İsrail’in bir “barış ve demokrasi” ülkesi olarak tanıtıldığı Türkiye’de, bu gerçeklerin bilinmesi gerekmektedir. “Soykırım Yalanı”, iste bu yönde atılmış önemli bir adimdir.
Soykırım Efsanesi Nasıl Doğdu?
Nazi Almanyasi’ndaki Yahudilerin baskı ve işkence politikasına maruz kaldıkları konusu, Nazilerin iktidara geldikleri 1933 yılından itibaren Batı’daki yayın organlarında işlenmeye başlamıştı. Medyayı bu konuda besleyen en önemli kaynak ise birer sivil toplum örgütü niteliğindeki Yahudi kuruluşlarıydı. Nazilerin Yahudilere karşı toplama kamplarında sistemli bir “soykırım” yürüttüğü yönündeki iddialar ise, 1942 yılında yoğunluk kazandı. Bu iddiaları dile getirenler Dünya Siyonist Örgütü ve onun Batılı ülkelerin hemen hepsinde kurulmuş olan kollarıydı. Örneğin Yahudilerin Nazi toplama kamplarında “sabun” haline getirildiklerine dair saiyalar, ilk kez Amerika’daki Siyonist hareketin lideri ve Amerikan Yahudi Kongresi’nin (AJC) başkanı olan Stephen Wise tarafından duyuruldu. Wise, 1942 yılında resmi bir açıklama yaparak, “Yahudi cesetlerinin Almanlar tarafından sabun, yağ ve gübreye dönüştürüldüğünü” iddia etti. Gaz odaları iddiaları da yine aynı dönemde resmi Siyonist kuruluşların temsilcileri tarafından duyuruldu.

Bu iddiaların genel medya tarafından desteklenmesinin ise iki nedeni vardı: Birinci neden, Yahudi sermayeli yayın organlarının bu konuya gösterdikleri özel ilgiydi. İkinci ve daha önemli olan neden ise, bu haberlerin Batılı ülkelerin savaş halinde oldukları Nazi Almanyasi’na karşı kullanabilecek iyi bir karşı-propaganda malzemesi oluşuydu. ABD yönetimi bu propagandayı çok gerekli buluyordu; çünkü “kendi çocuklarımızı neden Avrupa’da savaşmaya gönderdik” diye düşünen geniş halk kitlelerini savaşın gerekliliğine ikna etmek için, “gaz odalarında öldürülüp sabun yapılan” masum insanları kurtarmak kadar iyi bir gerekçe bulunamazdı. Nitekim Almanlar hakkında buna benzer gerçek dışı bazı vahşet hikayeleri, I. Dünya Savaşı sırasında da Amerikan kamuoyunu ülkelerinin savaşa girmesine ikna etmek için üretilmişti.

Savaş yıllarında bu şekilde üretilen Soykırım söylentileri, Nazi toplama kamplarının Amerikan, İngiliz ya da Sovyet birlikleri tarafından 1945 yılı içinde ele geçirilmesiyle birlikte iyice güçlendi. Çünkü müttefik orduları bazı kamplarda, özellikle Doğu Polonya’daki Belsen’de binlerce Yahudi tutuklunun korkunç durumdaki cesetleriyle karsılaşmışlardı. Bunların fotoğraf ve filmleri dünya medyasında yayınlandı. Bu cesetler soykırımın açık birer delili sayıldılar. Oysa söz konusu cesetlerin ölüm nedeni Nazilerin her türlü önleme rağmen bir türlü başa çıkamadıkları tifüs salgını ve savaşın son aylarında Alman taşıma sisteminin çökmesi nedeniyle bazı kamplarda, özellikle Doğu Polonya’daki büyük kamplarda bas gösteren açlıktı. Buna karşılık, daha Batı’da yer alan kamplardaki Yahudi tutukluların gayet sıhhatli ve psikolojik yönden de rahat bir durumda olduğu gözlenebiliyordu.

Nürnberg Mahkemesi
Soykırım efsanesini “adli” bir anlamda tarihsel literatüre geçiren en önemli gelişme ise, 1946 yılında Nazi savaş suçlularını yargılamak için düzenlenen Nuremberg Mahkemesi oldu. Bu mahkemede bazı “tanık”lar kürsüye çıkarıldılar ve toplama kamplarındaki Yahudi tutukluların gaz odalarında sistemli bir biçimde imha edildiğini anlattılar. Bu verileri değerlendiren mahkeme, “6 milyon Yahudinin Nazi toplama kamplarında imha edildiğini, bunların dört milyonunun özel üretilmiş imha araçlarıyla katledildiğini” kabul etti. Bu mahkemede delil olarak sunulan malzeme ve ifadeler, Soykırım literatürünün hala en büyük dayanağıdır.

Ancak mahkeme gerçekte pek dürüst ve tarafsız bir ortamda yapılmamıştı. Nazi Almanyası’nı yenilgiye uğratmış olan müttefikler-ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa-Nazi rejimini ne kadar korkunç ve acımasız gösterebilirlerse, kendi argümanlarını o kadar iyi savunacaklarını düşünüyorlardı. Bu nedenle Siyonistlerin savaş sırasında ürettikleri tüm Soykırım hikayeleri mahkeme tarafından ciddiye alindi ve hepsi kabul edildi.

Yahudi kuruluşları tarafından mahkemeye getirilen “görgü tanıkları”, toplama kamplarında şahit oldukları gaz odası manzaralarını anlattılar. Bu şahitlerin verdikleri ifadelerin çok büyük bölümünün gerçeklerle uyuşmadığı bugün biliniyor. Örneğin mahkemeye çıkarılan ve Dachau toplama kampından kurtuldukları söylenen pek çok tutuklu bu kamptaki gaz odaları hakkında detaylı ifadeler vermişlerdi. Oysa Dachau’da “gaz odası” olarak gösterilebilecek tek bir bina dahi olmadığı için, Soykırım literatürünün savunucuları ilerleyen yıllarda bu iddiayı geri almak zorunda kaldılar. Bugün Dachau’da gaz odası olduğunu savunan hiç kimse yoktur.

Diğer toplama kamplarındaki sözde gaz odaları ile ilgili ifadelerin çoğu da çelişkiliydi. Bazıları gerçekleşmeleri bilimsel yönden imkansız hikayelerdi.

Nuremberg Mahkemesi’ne şahit olarak çıkarılan en önemli kişi ise Auschwitz toplama kampının kumandanı Rudolf Höss”tü. Höss, çok önemliydi, çünkü mahkemeye çıkarılan şahitlerin ezici çoğunluğunun aksine bir Yahudi değil, bir Nazi subayıydı. Hem de Auschwitz’de iki yıldan uzun bir süre en üst düzey yetkili olmuştu. Höss “itiraflarında”, Auschwitz’in içinde “Wolzek” adı verilen özel bir imha kampı olduğunu, kendi komutası altında burada 2,5 milyon Yahudinin öldürüldüğünü söyledi. Ama “Wolzek” diye bir yer hiç bir zaman bulunamadı, dahası Auschwitz’de 2,5 milyon Yahudinin öldüğü iddiası da bir süre sonra Yahudi tarihçileri tarafından geri alındı. Rakam önce 1.25 milyona, en son olarak da Yahudi tarihçi Jean Claude Pressac tarafından 775 bine düşürüldü.

Peki, Höss neden yalan ifade vermişti? Basit; Höss’ü sorgulayan İngiliz gizli servisi, ona ağır bir işkence yapmış, dahası ailesini ve çocuklarını öldürmekle tehdit etmişlerdi!.. Bu, bugün ispatlanmış tarihsel bir gerçektir. Höss bu durumda kendisini ve ailesini kurtarmak için her şeyi imzalayabilirdi, nitekim öyle yaptı.

Soykırım hikayesi Nuremberg mahkemesine dayanarak hızla büyüdü. Yahudi tarihçiler mahkeme tutanaklarından alıntılar yaparak kitaplar yazdılar. Başka tarihçiler bu kitaplardan alıntılar yaparak yeni kitaplar yazdılar. İlerleyen yıllarda yeni bazı “soykırım şahitleri” çıktı ve bunlar yazdıkları kitaplarla Nuremberg’teki verilmiş olan ancak sonradan “sırıtan” bazı ifadelerin yerlerine yenilerini koymaya çalıştılar. İsrail’de özel bir Soykırım Araştırmaları Merkezi kuruldu. Dünya kamuoyunun soykırımı kesin bir tarihsel gerçek sanmasının en önemli nedeni ise, Hollywood’un Yahudi sermayeli film şirketleri ve Yahudi yönetmenleri tarafından çevrilen 100′e yakin Soykırım filmi oldu.

Soykırımın sorgulanması ise 60′li yıllarda başladı. ABD’deki Northwestern University’den Dr. Arthur Butz, Fransa’daki Lyon Üniversitesi’nden Robert Faurisson ve pek çok “best-seller” kitabın yazarı İngiliz tarihçi David Irving söz konusu değişimci akıma öncülük ettiler. Revizyonist akımın bugün en önemli entellektüel merkezi, California’daki Institute for Historical Review adlı kurumdur.

İsrail’in Terör Geleneği
Bir süredir “barış” rüzgarlarının estiği Ortadoğu, son bir hafta içinde İsrail’in Lübnan’da gerçekleştirdiği bombalamalarla yeniden ısındı. Bu durum, bazıları için şaşırtıcıydı. Bir “barış ve demokrasi sembolü” olarak gördükleri İsrail’in, içi küçük çocuklarla dolu bir ambulansı nasıl olup da havaya uçurduğunu, ya da sivil yerleşim bölgelerini nasıl olup da fütursuzca bombaladığını anlamakta güçlük çektiler.
Oysa, Bati medyasının propaganda illüzyonundan kurtularak ve İsrail’in gerçek kimliğini göz önünde bulundurarak vaziyete bakıldığında, İsrail’in söz konusu “gazap üzümleri” operasyonunun hiç bir şaşırtıcı yönü olmadığını görebiliriz. Çünkü İsrail, bir terör devletidir; terör, Yahudi Devleti için olağan bir dış politika aracıdır.

İsrail’in geçmişine bir göz attığımızda ise, bu tanımı kesinleştiren yüzlerce örnek bulmak mümkündür.
Terörizmden Başbakanlığa
İsrail’in kurulduğu yıllar, ayni zamanda Ortadoğu’nun da terörle tanıştığı yıllar olmuştu. Yüzyılın başından beri sistemli bir “devlet kurma” programı izleyen Siyonist hareket, 1940′li yıllarda Filistin’de oluşturduğu terör örgütleri ile bölgeyi kan gölüne çevirdi.

Sağ kanat Siyonistler, Filistin’deki Araplara ve ilerleyen yıllarda da İngilizlere karşı savaşacak olan Irgun Zvei Leumi (Ulusal Askeri Örgüt) ya da kısaca Irgun adlı silahlı yeraltı örgütünü kurdular. Irgun ve 1940 yılında ondan ayrılan Abraham Stern’in kurduğu LEHI (Lomamei Herut Yisrael-Israil’in Özgürlüğü Savaşçıları), Araplar’a ve İngilizlere karşı kanlı terör eylemleri gerçekleştirdiler (LEHI, kurucusunun adından dolayı Stern Çetesi olarak da anılır). Irgun ve Lehi’nin iki aktif teröristi, yıllar sonra tüm dünyanın tanıyacağı isimler haline geleceklerdi: Menahem Begin ve Yitzhak Samir! İkisi de, sırasıyla, Başbakan oldular.

Bu sağ kanat teröristler ile sol kanat Siyonistler arasinda da gizli bir ittifak vardı. 16 Eylül 1948 günü Stern örgütünün teröristleri, Birleşmiş Milletler’in Filistin arabulucusu olan ve Siyonistlerin işgal politikalarını eleştirmesiyle tanınan Kont Folke Bernadotte’u Kudüs’te öldürdüler. Yeni kurulmuş olan Israil Devleti’nin Başbakanı Ben Gurion, Stern militanlarınca gerçekleştirilen suikastı lanetledi ve Bernadotte’un BM karargahındaki cenazesine de katılarak taziyelerini sundu. Suikastın sorumlusu olan Stern üyeleri ise kayıplara karıştılar. Ancak bir süre sonra bu militanlar ortaya çıktılar, hem de çok ilginç bir biçimde… Bernadotte’u vuran Joshua Cohen adlı tetikçi, Başbakan Ben Gurion’un özel koruması oluverdi birden bire! Suikast emrini verenlerden Yitzhak Samir ise Mossad’in Avrupa masası şefliğine getirildi.(1) Ben Gurion’un başbakanlığının sürdüğü bu dönemde, Samir’in de katkısıyla, çok sayıda “Israil düşmanı” Mossad ajanlarınca Avrupa’da öldürüldü. Kısacası Israil’in liderleri aktif birer teröristtiler, ya da terörizmi el altından destekliyorlardı.
Terör, Israil’in kurulmasıyla bitmedi, azalmadı da. Aksine, daha da çok kan dökmeye başladı.
Israil Tarzı Terör
… 80–100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü. ‘Harika bir adam’ diye nitelenen iyi yetiştirilmiş, iyi bir eğitim görmüş kumandanlar, aşağılık katiller haline gelmişti. Hem de gelişen korkunç olayların içinde ister istemez bu duruma düşmüş değillerdi. Aksine soykırımı ve yok etme metotlarını bilinçlice kullanıyorlardı. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi…

Üstteki satırlar, Israil’in Davar gazetesinin 9 Haziran 1979 tarihli sayısında yayınlandı. Yazılanlar, 1948′de Dueima adli Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.

Önemli olan bu satırlarda anlatılanların, istisnai bir terör eylemini değil, Israil’in kutsal terörünün sıradan bir örneğini tarif etmesidir. Bir diğer “sıradan örnek”, İsraillilerin devlet kurdukları yılda, 1948′de Deir Yassin köyündeki Arap halka giriştikleri katliamdır. Menahem Begin’in yönettiği Irgun ve Stern teröristleri, Kudüs yakınlarındaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskın sırasında, hamile kadınların ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar Arap köylüsünü önce sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşuna dizmişlerdir. Ancak bir de önemli “detaylar” vardır: Öldürülen genç kızların çoğunun ırzına geçilmiş, erkeklerin cinsel organları koparılmıştır. Siyonistler bazı kurbanları öldürmek için bıçak kullanmışlardır. Raporlarda “ortadan ikiye biçilen” küçük bir kız çocuğundan da söz edilmektedir.(2)

Bu şekilde altı ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakin Arap, yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Deir Yassin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. Israilliler’in yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, Israil’in az sayıdaki “muhalif” seslerinden biri olan Israel Shahak’in tespit ettiği rakama göre, 385′tir. Bu köylerde yasayanların içinde korku yöntemiyle kaçırılanların yanında, Deir Yassin’le aynı kadere uğrayanlar da vardır.

Israil’in terörü, ilerleyen yıllarda da kan dökmeye devam etmiştir. Kibya ya da Sabra Satilla katliamları, yine buzdağının görünen kısımlarıdır. Israilliler çoğu kez bu açık eylemleri bile üstlenmemeye çalışmışlardır. Örneğin Israil’in 1982 yazındaki Lübnan’ı işgali sırasında Sabra ve Satilla mülteci kamplarında öldürülen 1.500′ün üstündeki Filistinli’ler hakkında Begin “Yahudi olmayanlar, Yahudi olmayanları öldürdü, bize ne!” demişti. Oysa kısa süre sonra katliamı gerçekleştiren Falanjistlerin İsrail subaylarının komutasında olduğu ve İsrail ordusunca silahlandırıldıkları ortaya çıktı.
İsrail Tarzı İşkence
Israil’in kutsal terörünün önemli bir parçasını ise işkence oluşturmaktadır. 1967′den bu yana iki milyondan fazla Filistinliyi işgal altında yasamaya zorlayan Yahudi Devleti, bu Filistinlilerin muhalefetini kırmak ve onları göçe ikna etmek için sistemli bir işkence politikası uygulamıştır.

Yahudi Devleti’nin korkunç işkence yöntemleri, ilk kez Londra’da yayımlanan Sunday Times’in 1977 yılında yayınladığı uzun bir araştırmada ortaya çıktı. Belgelenen vakalar, 1967′den itibaren on yıllık İsrail işgali sırasında işkence gören kırk dört Filistinlinin durumlarını ortaya koyuyordu.

Buna göre, Israil’in; Nablus, Ramalla, Hebron ve Gazze’deki hapishanelerinde, Kudüs’teki Rus sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen sorgu ve gözaltı merkezinde ve Yona, Ramle, Sarafand, Nafha gibi özel askeri hapishanelerde inanılmaz işkenceler uygulanıyordu. Sistemli dayak dışında, İsraillilerin kullandığı işkence türleri arasında; cinsel organlara elektrik verme, tutukluyu çırılçıplak buzlu suya sokma, gözleri bağlanmış olan tutuklunun üzerine özel eğitilmiş köpekleri saldırtma, vücudun değişik yerlerinde sigara söndürme, arkadan tecavüz, tırnakların ve sağlam dişlerin sökülmesi gibi yöntemler vardı. Bazı tutukluların kızları da tutuklanmış ve bunlara babalarının gözü önünde tecavüz edilmiş, sonra da tutuklu kendi kızıyla cinsel ilişkiye girmesi için zorlanmıştı. Bazı erkek tutukluların cinsel organlarına ince cam çubuklar sokulmuş ve sonra da bu çubuklar organın içindeyken işkenceciler tarafından kırılmıştı. Erkek tutukluların hayalarının sıkıştırılması da çok kullanılan yöntemlerin biriydi. Bu işkenceler sonucunda çok sayıda Filistinli tutukluda kalıcı sakatlıklar meydana geldi. Çoğunun cinsel fonksiyonları sona erdi, görme ve işitme duyularını ve akli dengelerini yitirenler oldu. Bu fiziki işkencelerin yanında psikolojik yöntemler de vardı. Siyasi tutuklular, kasten, İsrail ordusuna çizme, kamuflaj ağı, vb. malzeme imal etme işlerine koşuluyorlar, reddettiklerinde fiziki yöntemlere başvuruluyordu.(3)

Sunday Times’in ortaya çıkardığı bu vakalar, 1967-1977 yılları arasındaki işkence vakalarıydı. İlerleyen yıllarda da Israil’in kutsal terörü ve kutsal işkencesi sürdü. Yalnızca 1987-1993 döneminde; İsrail birlikleri tarafından 1.283 Filistinli öldürülmüş, 130.472 tanesi hastaneye kaldırılacak derecede yaralanmış, 481 tanesi sürülmüş, 22.088 tanesi gözaltına alınmış, 2.533 ev mühürlenmiştir. (4) Gözaltı ve tutukluluk sırasında kullanılan işkence yöntemlerinin hangi boyutlara vardığını bilmek de mümkün değildir.

İsrail işkence geleneği ile ilgili olarak en son 1995 Ağustosunda ortaya bazı yeni bilgiler çıktı. Emekli Albay ve tarihçi Mose Givati, “Çöl ve Alevlerin İçinde” adlı kitabında, 1948, 1956 ve 1967′deki Arap-İsrail savaşlarında İsrail ordusunun savaş esirlerine inanılmaz işkenceler yaptığını yazdı. Buna göre, esir alınan Mısırlı askerlerin gözleri sigara ile oyulmuş, cinsel organları kesilerek ağızlarına tıkanmıştı…
Burada önemli olan bir nokta var. İsrail devlet aygıtı, terör ve işkenceyi yalnızca pragmatik bir uygulama olarak değil, bunun da ötesinde kutsal bir misyon olarak görmektedir. Israil’in terörü, Livia Rokach’in ifadesiyle, “kutsal” bir terördür. Çünkü bu terör, yahudi dini kaynakları tarafından emredilir.

Terörün “kutsallığı”
Eski Ahit’in Tesniye kitabında, 7. Bap söyle başlar:

“Allahın Rab, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyara seni götüreceği ve senin önünden çok milletleri, Hittileri ve Girgasileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, senden daha büyük ve kuvvetli yedi milleti kovacağı; ve Allahın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın ve onlarla hısımlık etmeyeceksin; kızını onun oğluna vermeyeceksin ve onun kızını oğluna almayacaksın… Çünkü sen Allahın Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allahın Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti.”

I. Samuel kitabı 15. Bap’ın basında ise şu ayet yer alır:

“Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek’in İsrail’e yaptığını, Mısır’dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”

Ayetlerde geçen Hittiler, Yebusiler, Amalekler gibi kavimler, M. Tevrat’ın yazıldığı dönemlerde Ortadoğu’da bulunan toplumlardır. Bu nedenle bu ayetlere (ve M. Tevrat’ın içindeki yüzlerce benzerlerine) göz atan pek çok kişi, tarihin derinliklerinde kalmış birer şiddet olayının hikayesini okuduğunu sanabilir. Oysa gerçek böyle değildir… Israil’in “güvercin” siyasetçilerinden Amnon Rubinstein, şu satırları yazıyor:

“(İsrailli radikallerin) kullandığı lisanda, günümüzdeki Araplar; Yebusiler’dir, Amalekler’dir ya da Kenan diyarının Tevrat tarafından lanetlenen yedi kavminden herhangi birisidir… Tesniye’de, ‘geride hiç bir şey kalmayacak şekilde’ Amalek’i yok etmek üzere verilen emir, doğrudan bugünkü Araplar’a yönelik olarak yorumlanmaktadır… Israil’in savaşları da bu çerçevede anlaşılmakta ve bu savaşlarda bu ‘yeni Amalekler’e karşı insancıl davranılmaması gerektiği söylenmektedir. Haham Menachem M. Kasher, 1967 savaşından sonra yazdığı bir yazıda, Tevrat’ın ‘onları sizin önünüzden yavaş yavaş azaltacağını ve yurtlarına sizi yerleştireceğim’ şeklindeki ifadesinin, Israil’in Araplar’la olan ilişkisini tarif ettiğini yazmıştır… Bar Ilan Üniversitesi’nden Haham Israel Hess, daha da ileri gitmiş ve ‘Tanrı’nın Amalekler’e karşı girişilen savaşa bizzat katıldığını’ söylemiştir. Israel Hess’in konuyla ilgili yazısının başlığı ise, ‘Tevrat’ın katliam emirleri’dir.” (5)

Kısacası, İsrail kimliği oluşturan en büyük faktör olan “dinci” ekol, Muharref Tevrat ayetlerini bu şekilde yorumlamakta ve böylece Yahudi Devleti’nin uyguladığı teröre teolojik bir meşru temel oluşturmaktadır. İşte bu nedenle terör ve İsrail, birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Yahudi Devleti, mevcut ideoloji ve kurumlarıyla ayakta kaldıkça, terörü meşru bir siyaset aracı olarak görmeye devam edecektir.

“Gazap üzümleri”nin bombalarıyla ambulans içinde parçalanan çocuklar, bu gerçeğin ne ilk ne de son kurbanlarıdır.
DİPNOTLAR:
1) Richard Curtiss, “The Good Cops and Bad Cops Who Killed the Peace Process”. Washington Report on Middle East Affairs. Haziran 1995
2) Lenni Brenner, The Iron Wall: Zionist Revisionism from Jabotinsky to Shamir, London: Zed Books, 1984, ss. 141–143
3) Ralph Schoenmann, Siyonizm’in Gizli Tarihi, Kardelen Yayıncılık. 1992. ss. 79–95
4) Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1994
5) Amnon Rubinstein, The Zionist Dream Revisited: From Herzl to Gush Emunim and Back, 1.b. New York: Schocken Books, 1984, s. 116



‘Arzu ederseniz hilâfeti bile geri getirebilirsiniz.’

tarihinde yazılmıştır.

Merhum Adnan Menderes, iktidarının son yıllarında Büyük Millet Meclisi Demokrat Parti Meclis grubunda milletvekillerine hitâben:

“Arkadaşlar, millet size vekâlet vermiştir. Arzu ederseniz hilâfeti bile geri getirebilirsiniz.” demiştir.


Osmanlılar'ın Keskin Kılıcı: Yeniçeriler

16 Nisan 2013 Salı tarihinde yazılmıştır.




Osmanlı Devleti, büyüyüp genişledikçe daha fazla askere ihtiyaç duyuyor ve gittikçe merkezîleşiyordu. Bunun üzerine daha önceki Türk devletlerinde görülen gulam usulü geliştirilerek devşirme sistemi oluşturuldu.

Yeniçeriler Osmanlı ordusundaki oranları az olmasına rağmen düşmana karşı oldukça etkili olmuşlardı. Küçük yaştan itibaren aldıkları profesyonel eğitim sayesinde, savaş meydanlarını kasıp kavuran askerî makineler haline gelmişlerdi. Savaş meydanlarındaki etkinliklerini, zaman zaman yönetim üzerinde de hissettirmiş, padişah değiştirecek kadar siyasi güce kavuşmuşlardı.

Yeniçeri Ocağı Nasıl Kuruldu?

I.Murad devrinde Fakih Mevlana Kara Rüstem ile Çandarlı Hayreddin, Hristiyan esirlerden merkezî bir ordu için faydalanılmasını düşündüler. Bu fikir padişaha iletildi ve padişah ; "Eğer Cenab-ı Hakkın emri ise şimdiden sonra alına" diyerek ferman etti. Akıncı beylerine ferman iletildi ve Hristiyan esirlerin beşte birinin padişah için alınması emredildi. Buna pençik usulü denildi. Vezir Çandarlı Hayreddin; "Bunları Türk üzere verelim, hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, yeniçeri (yeniasker) olsunlar" dedi. Alimler de bunların başarıları için dualar ettiler[1]. Böylece yeniçeri ocağı kurulmuş ve bu ordu Avrupa'nın ilk daimi ordusu sayılmıştır.


Devşirme Sistemi Nasıl İşliyordu?

Kapıkulu ocağının ihtiyacı belirlenip, Divan-ı Hümayun'a iletilirdi. Buradan çıkacak karara göre ihtiyacın karşılanması sağlanırdı. Devşirme memurları olan Turnacıbaşılar ele geçirilen Hristiyan merkezine gider kırk haneden bir oğlan alırlardı. Turnacıbaşılar, "insan sarrafı" tabir edilen cinsten memurlardı. Bunlar insanların el ve ayaklarına ve gözlerinin içine bakarak karakter tespiti yaparlar, potansiyel gördükleri gençleri ocağa alırlardı.

Alınacak çocukların köyü, kazası, sancağı, baba ve ana adı, bağlı olduğu bölge sipahisinin ismi, doğum tarihi ve çocuğun eşgali gibi bilgiler defterlere kaydedilirdi. Bu defterlerin bir nüshası devşirme memurunda durur, diğeri merkeze yollanırdı. [2]
Yeniçeri ortalarının amblemleri


Devlet merkezine geldiklerinde sünnet edilirler, ve bir süre dinlendirildikten sonra yakışıklı olanlar saray hizmetine alınır, çok zeki olanlar devlet adamı olarak yetişmek üzere Enderun'a dahil edilirdi. Burada çok sıkı bir eğitimden geçerek sanat ve ilim öğrenirlerdi. Diğerleri ise Türk ailelere gönderilerek 3-5 yıl Türk ve İslam kültürünü öğrenirlerdi. Daha sonra buradan alınarak Acemi ocağı kışlasına yerleştirilir, 7-8 yıl askerî eğitim görürlerdi. Zamanı geldiğinde kapuya çıkma denilen usulle Yeniçeri ocağına kabul edilirlerdi [3]. Bunların da birkaç sanat alanında ustalaşmaları sağlanırdı.

Yeniçeri Ocağı içerisinde 196 orta bulunmaktaydı. Bunun 101 tanesi Cemaat, 61 tanesi Ağa bölükleri ve 34 tanesi de Sekban bölüklerine bağlıydı.

Ocağa Kimler Girebilirdi?

Ocağa Türk ve Müslüman çocukları alınmazdı. Çünkü bunlar köle olarak alınırdı ve İslam'a göre Müslümanlar'ın köle olması caiz değildi. Buna Bosna Müslümanları istisna teşkil etmiştir. Ayrıca Yahudiler de ocağa alınmazdı. Rus, Çingene ve Gürcüler de ocağa dahil edilmezlerdi.

8 ile 18 yaşları arasındaki çocuklar alınırdı. Ancak genellikle çok büyük olmamasına özen gösterilirdi.
Bir ailenin tek çocuğu olanlar alınmazdı. Terbiyesiz olabileceği için ailesi ölmüş çocuklar alınmazdı. Çok uzun boylu olanlar aptal olabileceği için, çok kısa olanlar da fitneci bir yapıya sahip olabilecekleri için alınmazlardı. Fiziğin düzgün olmasına dikkat edilirdi. Asil soylu ve güçlü yapılı çocuklar tercih edilirdi. Ayrıca bir sürekli hastalığı ve sakatlığı olanlar da alınmazlardı.

Yeniçeri Ocağı'nın Bektaşilikle İlgisi Nedir?



Bazı tarih kitaplarında Yeniçeri ocağının Hacı Bektaş-ı Veli'den dua alarak kurulduğu söylense de, bunun aslı yoktur. Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı Beyliği kurulmadan önce 13.yüzyılın ikinci yarısında ölmüştü. Osmanlılar, gaziler arasındaki güçlü kült sebebiyle ocağı ona bağladılar. 15.yüzyılda ocak, Bektaşi tarikatıyla resmen birleşti. Bu bağlantı sebebiyle ocağa " Ocağ-ı Bektaşıyan" da denilmiştir. Yeniçeriler kaldırıldığında da Bektaşi türbeleri kapatılmış ve bazı Bektaşi babaları idam edilmiştir.[4]

Yeniçerilerin Donanımları ve Talimleri:

Yeniçeriler zorlu bir eğitime tabi tutulurdu. İlk önce kılıç kullanmayı ve gergin yayları kurup ok atmayı öğrenirlerdi. Kuvvetlerini arttırmak için antrenman yaparlardı. Kılıç talimlerinde keçeden yapılmış mankenlere kılıç çalarak parçalamaya çalışırlardı. Ok talimlerinde hiç durmadan üç yüz dört yüz ok atabilecek seviyeye ulaşırlardı. Yağlı mermerleri tokatlayarak ellerinin sertleşmesni sağlarlar, sürat koşuları ve güreş müsabakaları yaparlardı [5]. Daha sonra bu talimlere tüfek de eklendi.

Başlarına börk denilen beyaz keçeden bir şapka takarlardı. Bunun arkasında ise yatırma denilen ve omza kadar inen bir parça yer alırdı. Bu kısım enseyi soğuktan koruduğu gibi, arkadan gelebilecek düşman hamlelerine karşı da bir tedbir niteliğindeydi. Ayakkabıları seferde yandan kopçalı çizme, şehirde ise ökçesiz yemeni idi. Dizlerinin altına kadar inen elbise ve şalvar giyinirlerdi. Savaş vakti hafif örme zırhlar da giyerlerdi. Silahları kılıç, pala, yatağan gibi kesici aletler ve ok ile yaydı. Sonraları ok ile yayın yerini daha çok tüfek aldı. Savunma için de sağlam kalkanları vardı.

Savaşta Yeniçeriler:

Yeniçeriler savaşta ordunun merkezinde, birinci yeniçeri sayılan padişahın önünde yer alırlardı. Yeniçerilerin katıldığı ilk büyük savaş Birinci Kosova Savaşı'dır. Seferde öncelikli görevleri sultanı korumaktır. Padişaha yaklaşan birlikler olursa hilal gibi açılır, düşman içeri girince çember gibi kapanarak düşmanı imha ederlerdi. Üstün hareket kabiliyetleri ve savaş taktikleri sayesinde düşmanlara karşı çoğu kez üstünlük sağlamışlardır. Savaşa girmeden önce Gülbank denilen ( Dinle ) marşlarını okurlardı.

Yeniçeri Ocağının Kaldırılması

Osmanlılar'ın keskin kılıcı olarak tabir ettiğimiz bu ocak, güçsüz padişahlar döneminde devletin kendi elini kesen bir kılıca dönüşmüştür. Ocağın gücü dengelenemediğinde usulsüzlükler ortaya çıkmış ve disiplin bozulmuştur.

II.Mahmud dönemine gelindiğinde, yapılmak istenen yeniliklere ilk karşı çıkanlar yeniçerler oldu. Yeniçeriler II. Mahmud'un kendilerine altarnatif olarak kurduğu talimli askerleri istemiyor ve bu ocağın kurulmasına sebep olanların kellesini istiyorlardı. Bunun üzerine II.Mahmud kılıcını kuşandı, ulemadan fetva aldı ve Sancak-ı Şerifi çıkartarak halkın desteğini topladı. 15 Haziran 1826 tarihinde II.Mahmud'un askerleri ve halk, isyan eden yeniçerileri kuşattı. Teslim ol çağrısına cevap gelmeyince tüm yeniçeriler öldürüldü. Kışlaları topa tutuldu. Vaka-yi Hayriye olarak tarihe geçen bu olay sonrasında 360 yıl kadar Osmanlı Devletine hizmet etmiş olan, ama artık devlete faydadan çok zararı dokunan bu ocak tarihe karıştı.



Kaynaklar :[1] Aşıkpaşazâde tarihi, s.54-55; Neşri tarihi, I, s. 197-198; Tâcü't-Tevârih,I, s. 119-120
[2] Kavânin-i Yeniçeriyân, Süleymaniye Ktp. , Esad Efendi, nr. 2968, vr.3-6b
[3] Kavânin-i Yeniçeriyân, vr. 6-7a; Abdülkadir Özcan, "Devşirme", DİA, c. 9, s. 254-255
[4] Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul 2010, s.577-578
[5] Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, I, s.332-335; R.Ekrem Koçu, Yeniçeriler, İstanbul, s.300-303.




“OSMANLI’NIN EN VAHİM HÂDİSESİ: YENİÇERİ OCAGI’NIN İLGÂSI”

tarihinde yazılmıştır.



“Kanunî’nin bir kanunu vâr; herkesi toplar ve üzerine yemin ettirir, başta kendisi olmak üzere… Pâdişah şeriatın uygulayıcısıdır. Şeriatı bilen pâdişâhın üstündedir, o da ulemâ. Ulemâ da işlerini askere, orduya dayanarak yapar.

“İmparatorluk; 1. Ulemâ, 2. Ordu, 3. Pâdişah’tan teşekkül eder. Ordu yıkılınca muvazene bozuldu.

‘Türkiye’nin en vahim hâdisesi Yeniçeriliğin ilgâsıdır. Cevdet Paşa’ya tarih yazdırılır. Fakat Cevdet Paşa kurnaz ve akıllıdır. Yeniçerilik ilga edilmeliydi der. Tarihi de zaten 1826′ya kadar yazar. Ondan sonrası yoktur. Sebepi açık. Osmanlı yok artık.

“II. Mahmud’un ordusu millî değildi. III. Selim’den sonra tıbbiye, harbiye Fransızlar’ın elindedir. Hâriciye de Ingilizler’in eline geçmişti.

“Bunu ben 55 yaşından sonra görebildim. Bize ilk mektepten üniversiteye kadar yeniçeri kaldırılmalıydı, diye okuttular.

Yeniçeri kakadır diye yutturdular. Bir İmparatorluk birden ölmez.
“Osmanlı II. Mahmud’da ölmüştür. II. AbdülHamid bu ölüyü diriltmiş ve otuz üç sene ayakta tutmuş yegâne adamdır. II. Abdülhamid son Osmanlı Padişahıdır. Osmanlı II. Abdülhamid’de biter.”

Cemil Meriç, Günlük, 5 Aralık 1976

Milli Projeyi Sunacağı Gün Ölmüş Aselsan

tarihinde yazılmıştır.




ASELSAN’daki 3 mühendisin intiharının ardındaki sır perdesi aralanamadı.

Milli tank, Kanas silahı ve F-16 uçakları üzerinde çalışan mühendis Başbilen’in 57 saat boyunca kritik bir projeyi hazırlamak için çalıştığı ortaya çıktı

ASELSAN’da görev yapan 3 mühendisin intiharlarıyla ilgili tartışma sürüyor. F-16 uçakları ve Altay Tankı gibi kritik projeler üzerinde çalışan 3 mühendisin ölümüyle ilgili soruşturmada çarpıcı detaylar ortaya çıktı. Mühendis Hüseyin Başbilen’in 57 saat üzerinde çalıştığı projeyi sunacağı gün hayatını kaybettiği belirlendi. Baba Başbilen oğlunun ölümüyle ilgili yürütülen soruşturmada verdiği ifadede “Oğlum ASELSAN’da yapacağı sunum için 57 saat hazırlık yaptı” dedi.

KARARGAH’A DA SORDU

Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Murat Demir, bu gelişme üzerine ASELSAN’dan sonra Genelkurmay’a da ölen mühendislerin üzerinde çalıştığı projelerle ilgili sorular yöneltti. Demir, ASELSAN’dan bağımsız olarak ölen 3 mühendisin Karargahla bağlantılı özel projeler üzerinde çalışıp çalışmadığının ve Başbilen’in üzerinde çalıştığı projenin öneminin bildirilmesini istedi.

ÖNCE SPEKÜLASYON DEMİŞTİ

Mühendislerin önemli çalışmalar yaptıkları yönündeki haberleri ‘spekülasyon’ olarak niteleyen ASELSAN, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’na aylar sonra Başbilen’in Milli Tank Projesi’nde görev aldığını açıklamıştı. Başbilen’in tank ve kanas silahlarında gece görüş sistemini sağlayan uzak mesafede etkili olacak sistem üzerinde çalıştığı da bildirildi.
ESRARENGİZ ÖLÜMLER

Hüseyin Başbilen, 7 Ağustos 2006′da boğazı ve bileği kesilmiş olarak aracının içinde bulundu. Ardından 17 Ocak 2007′de Halim Ünal kafasına isabet eden tek kurşunla öldü. Dokuz gün sonra da Evrim Yançeken oturduğu binanın 6′ncı katından düşerek can verdi. ODTÜ mezunu üç genç mühendisin ölüm nedenleri kayıtlara intihar olarak geçti. Üç mühendisin ortak özeliği ise uçakları saldırıdan koruyan dost-düşman tanıma sistemi uzmanı olmaları.

ADLİ TIP’A: NET CEVAP VERİN

ASELSAN mühendisleri Hüseyin Başbilen, Halim Ünsal ve Evrim Yançeken’in ölümleri ile ilgili soruşturmayı yürüten savcı Murat Demir, Adli Tıp Kurumu’na ikinci kez yazı yazarak şüphelerin ortadan kaldırılmasını istemişti. Daha önce mühendislerden Başbilen hakkında Adli Tıp Daire Başkanlığı’nın 10 üyesinden 7′sinin intihar, 3′ününse cinayet dediğini hatırlatan Demir, Başbilen’in boğazındaki 20 cm’lik kesiğin 2-3 cm olarak gösterildiği uyarısında bulunarak “Ölüm nedeni hakkında net cevap verin” demişti.

HABER: Gökhan ÖZDAĞ / BUGÜN GAZETESİ

İrfanımızı düne bağlayan köprüler uçurulmuştur.

tarihinde yazılmıştır.

Balkan Harbi, Trablusgarp, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı..Vatan coğrafyası bu müselsel felaketler yüzünden küçülürken, aydın sayısı da azalır. Öyle ki İstiklâl Savaşı’nın muzaffer başkumandanı harfleri değiştirmeğe kalkışınca, bir avuç entelektüelin alkışlarıyla teşci edilir. Arap harflerini müdafaaya yeltenen bir tek hoca çıkar: Yahudi Avram Galanti. Harf devrimi, kütüphaneleri tuğla yığınını çevirir. İrfanımızı düne bağlayan köprüler uçurulmuştur.


Cemil Meriç – Mağaradakiler

Atıf Hoca’yı astıktan sonra şapka giydirdiler

tarihinde yazılmıştır.

4 Şubat 1926 Perşembe sabahı. Görevli ‘Muhammed Atıf’ diye bağırdı. Hoca ağır adımlarla, dualar mırıldanarak sehpaya yürüdü. Kılıç Ali’nin öfkesi ise bitmemişti.
2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali(Küçüka) bey tarafından okunan iddianamede tek idam isteği, Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi ise, 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı.Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu (ertelendi).

‘Sarıklılar gelsin’ diye anons edildi

Ertesi sabahın (3 Şubat 1926) ilk ışıklarıyla mazlumlar topluca İstiklâl Mahkemesi’ne götürüldüler. Jandarma topluluktan öncelikle Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve Atıf Efendileri mahkemeye aldı. Jandarma ikinci defa kapıyı açtığında “sarıklılar gelsin” dedi. Ali Haydar Efendi başta olmak üzere eski tabirle ilmiyeden ne kadar zevat varsa içeriye girdiler. 10 dakika sonra sarıklılar geri döndü fakat dönemeyen iki kişi vardı: Atıf Hoca ve Ali Rıza Efendi. Ardından da karar açıklandı: “(…) Frenk Mukallitliği ve Şapka adındaki kitabı yazdığı ve muhtelif bölgelere göndererek halkı isyana teşvik ettiğinden dolayı 7/12/1341(M.1925)tevkif edilen Fatih Dersiamlarından Hoca Atıf (..) ve diğer arkadaşları haklarında yapılan muhakemeleri neticesinde: İskilipli Atıf ve Babaeski eski Müftüsü Ali Rıza Efendilerin salben(asılarak) idamlarına… karar verildi.” Kararın açıklandığı an, Hoca’nın ağzından çıkanları, o günün tanıklarından Tahiru’l-Mevlevi aktarıyor: “Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.” Posta müvezzii İskilipli Atıf Hoca’nın evine hapishane müdürünün ağzıyla yazılan şöyle bir telgraf teslim ediyordu: “Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir.”

‘Hasır şapkalı zat bağırıyordu’

Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir tanıklığını şöyle anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.” Ve

4 Şubat 1926 Perşembe… Sabahın ilk saatleri… Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı… Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi, kelime-i şehadetle, bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair” (bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. O gece, rüyasına girdiği hanımına “Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu…

Hukuk katliamı yapıldı
Hiç şüphesiz Atıf Hocanın yargılama süreci skandallar zinciriyle doluydu.İlk skandal, İskilipli Atıf Hoca’nın Şapka Kanunu’nun çıkmasından 1,5 yıl kadar önce bastırdığı kitapçıktan yargılanıp idama mahkûm edilmiş olmasıydı. İkinci skandal ise bir gün önce Savcı Necip Ali’nin 3-15 yıl ağır hapis cezası istediği İskilipli Atıf Hoca’yı, mahkeme başkanının, son anda idama mahkûm etmiş olmasıydı. Böylece hem bir kanunun geçmişe doğru işletilmesi gibi temel bir hukuk kuralının ihlali, hem de savcının talebinden derece değil, mahiyet itibarıyla “farklı” bir ceza verierek hukuk da katledilmişti.

Rüyada davet alınca müdafasını yırtarak çöpe attı

Necip Fazıl Kısakürek “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinde özetle şunları yazmıştı: Mahkeme Reisi maznunlara hitap etti: Yarın müdafalarınızı hazırlayınız! Maznunlar, mıhlı hapishaneyi boyladılar. Yatsı namazından sonra Atıf Hoca yatağına oturdu ve müdafaasını yazmaya başladı. Bir aralık, günlerdir uykusuz, sabahlara kadar namaz ve niyazla vakit geçiren Atıf Hoca hafifçe daldı. Giyimli olduğu halde, başı taş duvarda, ellerinde yarım kalmış müdafaası, gözleri yumulu, kendinden geçti. Arkadaşı Tahir-ül-Mevlevî bu manzaraya bakarak mırıldandı: Zavallı âlim ve fazıl, büyük bir adam! Bu muydu ilim ve faziletinin mükâfatı? Atıf Hoca’nın uykusu uzun sürmüyor.. Yüzünde derin ve ince bir tebessüm.. Ne o hocam çabuk uyanıverdin? Atıf Hoca sakin: Uykudan murad hasıl oldu! Yani?… Yani beklediğim rüyayı gördüm.

Atıf hoca doğrulmuş ve müdafasını karaladığı kağıtları elinde büzmüştür: Kainatın fahrini gördüm. Bana ‘yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğruşayorsun’ dedi. Ne diyorsun? Beni idam edecekler Allah’ın sevgilisine kavuşacağım.. Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok.”

Kılıç Ali’nin öfkesi asmakla dinmedi

SON anlarında kurbanının yanında bulunmayı adet edinmiş bulunan İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali’nin ilk işi, Atıf Hoca’nın idamının hemen ardından sarığını çıkarttırmak olmuştu. Bununla da yetinmeyen Klıç Ali, son nefesini veren İslam alimine darağacındayken elindeki şapkayı giydirmişti. Hafız Cevdet Soydanses ve Dr. Rıza Nur bu durumu şöyle anlatıyor: “İskilipli Hocanın asılmasında tam boynuna ilmek geçirilirken, Kılıç Ali de sarığı alıp başına bir şapka geçirmiş. …Ve küfürler etmiş. Zavallı bu şekilde saatlerce teşhir edilmiş.”

Ailesinin yaşadığı büyük dram

Atıf Hoca’nın yeğeni Bahaddin İmal,“Hoca’nın eşi Zahide hanımla, kızı Melahat, idamından sonra İstanbul’dan İskilip’e geldiler. Zahide hanım köyde hanımlara Kur’an okuttu. Kızı Melahat, babasının evden götürülmesi ile akli dengesinde gelgitler yaşamış. ‘Bu halim doğuştan değil. Babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri büyük bir korku meydana getirdi. Bu hâl yaşadıklarımın eseri’ demiş” diye anlatıyor.

Gördüğüm manzara beni mıhladı’

ATIF Hoca’yı idam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir. Tahir bey, sabah namazı sonrası eski Meclis binasının önüne gelince, gördüğü manzarayı şöyle anlatır: “Birdenbire gözüme ilişen manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da iki vücut çekilmişti (Atıf Hoca ve Ali Rıza efendi).Elimde olmadan gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:’Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat / Le-hakkun ente ikdü’l mucizat’ (Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.”

Atıf Hoca Kimdir?

1876’da İskilip’in Tophane köyünde doğan Muhammed Atıf, Rüştiye’yi İskilip’te bitirdi. 17 yaşında geldiği İstanbul’da son Osmanlı Âlimlerinin rahle-i tedrisinden geçti. Kabataş Lisesi Lisan Öğretmenliği’ne atandı. Medaris Müfettişliği’ne, bugünün tabiriyle YÖK Başkanlığı’na getirildi. Alemdar, Mahfil ve Sebilürreşad dergilerinde yazmayı sürdürdü. Milli Mücadelede, İzmir’in işgaline karşı protestoya imza attı. ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’yla birlikte 9 eseri bulunan Atıf Hoca 4 Şubat 1926’da idam edildi. Mezarı 2008’de bulunabildi..

Muharrem Coşkun, STAR (6 Aralık 2011)